23 Eylül 2013 Pazartesi

Engin DİNÇ - Tarihte İlk Halkla İlişkiler

Son yüzyılın en önemi bilimi olarak karşımıza çıkan Halkla İlişkiler konusunda birçok tanım yapılmıştır. Bunun en meşhurlarından bir tanesi Rex Francis HARLOW’un tanımıdır:

“Halkla İlişkiler, bir kurum ve kamusu arasında karşılıklı iletişim, kabul ve işbirliğini kurma ve sürdürmeye yardımcı olan kendine özgü yönetim fonksiyonudur: problem ve konu yönetimini içerir; yönetimin bilgilenmesine ve kamuoyuna cevap verilmesine yardım eder; kamu yararına hizmet etmesi için yönetim sorumluluğunu tanımlar ve vurgular; eğilimleri önceden kestirmede erken bir uyarı sistemi gibi hizmet ederek yönetimin yeni gelişmeleri öğrenmesi ve etkili bir biçimde değişimi sağlamasına yardım eder ve temel araçlar olarak güvenilir ve etik iletişim ve araştırmayı kullanır.”

HARLOW’un bu tanımının yanı sıra diğer bir Halkla İlişkiler uzmanı Scott CUTLİP’in şu tanımı da önemlidir:

“Halkla İlişkiler, bir örgütün başarı ve başarısızlığının kendilerine bağlı olduğu çeşitli kamularla, bu örgüt arasında karşılıklı yarara dayanan ilişkileri kuran ve sürdüren bir yönetim fonksiyonudur.”

Bu tanımların çerçevesinde düşünmemiz gereken asıl konu şu ki; Halkla İlişkiler aslında ne zaman ortaya çıkmıştır? Bu konunun resmiyetine bakıldığında profesyonel anlamda Halkla İlişkilerin 1800’lü yıllarda ABD’de ortaya çıkmış olduğu savunulsa da insanlığın var oluşundan bu yana Halkla İlişkilerin de var olduğu kanısındayım.

Ülkemizde Halkla İlişkiler; Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle başlamış yapılan devrimlerin halkla kabul ettirilmeye çalışılma amacıyla bir propaganda şeklinde olmuştur. Yapılan devrimleri ilk uygulayan yine yapanlar olmuş, şapka devrimi gerçekleştiğinde M.K. ATATÜRK şapka takmış, kılık kıyafet devriminde yine kendisi ilk günümüzün klasik elbiselerini giymiştir. Yine çeşitli toplantılarla devrimleri halka anlatmaya ve yapılanları kabul ettirmeye çalışmıştır.

M.K. ATATÜRK ayrıca 1923 yılında Balıkesir’in Zağnos Paşa Camiinde hutbeye çıkmış ve halka hitap etmiştir. (Prof. Dr. İrfan ERDOĞAN / 2006)

İrade-i Milliye ve Hâkimiyet-i Milliye gazetelerinin çıkartılması, Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü’nün ve Anadolu Ajansı’nın kurulması Halkla İlişkiler alanında yapılan girişimlerdir.

Tarihe bakıldığında Osmanlı Devleti’nde Divan-ı Hümayun’un şikâyet kaleminin bulunması, muhtesiplik uygulaması ve sultanın tebdil-i kıyafet (sivil kıyafetle dolaşma) ile halkın arasına katılarak sorunları dinlemesi de ilk Halkla İlişkiler örneği olarak gösterilebilir.

Geriye doğru gidersek, İslamiyet’in gelmesiyle camilerde okutulan hutbeler yine ilk Halkla İlişkiler olarak nitelenebilir. Yine Hıristiyan din görevlilerin “Günah Çıkartma” olarak bilinen fakat aslında Hıristiyan din görevlilerinin almış oldukları psikoloji eğitimleri gereği kamusuyla yani dinine mensup olan kişilerle irtibat halinde olarak yaptıkları yanlışlardan dönmesi ve dininin gereğine göre yaşaması için telkinlerde bulunması da ilk Halkla İlişkiler örneği olarak alınabilir.

Aslında Halkla İlişkiler, ilahi emirlerle var olmuş ve ilk insandan günümüze kadar bir şekilde gerek değişimler yaşayarak gerekse sistemleşerek devam etmiştir. Halkla İlişkilerin en önemli özelliği devamlı ve sistemli oluşudur. Bu durumda düşünüldüğünde Allah (c.c.)  tarafından hangi din ya da peygamber olursa olsun göndermiş olduğu ilahi emirleri de O’nun (c.c.) kamusu yani kullarıyla bir ilişkisi olarak kabul edilebilir.

İlk Peygamber Hazreti Âdem’in (a.s.) temelini attığı ve Hazreti İbrahim’in (a.s.) bugün ki halini verdiği Kâbe de daima insanları duruşuyla Allah’ın (c.c.) doğruluğuna ve birliğine davet etmesiyle ve insanların akın akın ona gitmesiyle Halkla İlişkilerin ilki olarak kabul edilebilir.

Halkla İlişkileri, ticaret, siyaset gibi alanlarda kullanarak halkın konu üzerindeki tepkisini ölçmek ve sonuca göre önlemler almak olarak nitelendirmek son derece yanlıştır. Çünkü Halkla İlişkilerin alanı sanıldığından daha geniştir. Kitle iletişim araçlarının sağlayamayacağı manevi bağlar da Halkla İlişkiyi sağlamaktadır. Buna bir diğer örnek de binlerce yıl önce inmiş olan ilahi emirlerin günümüzde varlığını sürdürmesidir. Bu emirler daim olarak devam etmekte ve her bireyde farklı etki yaratmış olsa da mesajın asıl amacı ruhaniyetle ilahi yaratıcının kudret ve gücünü kamuya yani kullarına anlatmasıdır.

Sevgili dostum Murat ŞAHİN’e sordum: “Halkla İlişkiler ne zaman başlamıştır?” şöyle yanıtladı:

“İkinci insanın yaratılmasıyla ilk Halkla İlişkiler başlamıştır. İlk Halkla İlişkiler uzmanları da kuşkusuz peygamberlerdir.”

Görünen o ki Halkla İlişkiler, sanıldığı gibi iletişim araçlarındaki gelişimler çerçevesinde Reklamcılık, Propaganda gibi alanlardan da faydalanarak bir tanıtım, bilgilendirme, etki-tepki alma aracı değil. Dünyanın ve evrenin var oluş amacının gerçekleşmesi için bireyin başka bir bireye gerçeği ve ilahiyatı tarif edebilmesidir.

22/09/2013

Engin DİNÇ

8 Eylül 2013 Pazar

Engin DİNÇ - Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz

Yunus Emre Hazretleri ne güzel de demiş;

Gel ey Derviş, Hakkı bulayım dersen,
Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz,
Resulün cemalini göreyim dersen,
Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz.

Biz bugün bir kâmil mürşide varmak istiyoruz ama günümüzü mürşitleri artık siyasete bir oyuncak haline ha geldi, ha gelecek durumda… Zaten siyasetle iç içe olan bir kâmil mürşit de beni Allah’ın (c.c.) nuruna ve lütfüne erdirebilecek değildir.

Siyasette yalan vardır, gıybet vardır, riya vardır. Allah (c.c.) dünya malı için yalancılık yapanlar için şöyle buyuruyor: “Kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını daha da ilerletti. Bu yalancılıkları, bu samimiyetsizlikleri sebebiyle bunlara gayet acı bir ceza vardır.” (Bakara/10) Yalancılığın her türlüsü için Allah (c.c.) katında bir ceza vardır. Siyaset için maddi menfaat için Allah’ın (c.c.) hükümlerini yok sayanlar, ayetleri yalan sayanlara elde ettikleri dünya malı kurtuluş olacak mı sanıyorsunuz?
“İnkâr edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara/39)

Şimdi siyaset uğruna ayetleri yalan yorumlayan, siyasetçilere destek veren bir mürşit ne kadar kâmil olabilir onu da düşünüp tartmak lazımdır. Allah (c.c.) katında doğruluk, adalet büyük yer tutmakta iken siyasetçi yalan konuşan, siyasetçi verdiği sözü tutmayan yeri geldiğinde siyasetini sürdürmek için adaletsizlik yapandır. Zina yapan, hırsızlık yapan, adam öldüren ne kadar tövbe istiğfar ediyorsa bunun binlerce mislini her gün siyasetçi yapmalıdır.

Dürüst ol!

Ben de siyasetçi olsam belki de gerek siyasi partinin bekası, gerek makamımı korumak için yalan konuşurum, adam kayırırım, beni destekleyeni iyi yerlere getiririm. Benim yoluma taş koşanları adaletsiz bir şekilde yargılayarak mahkûm ederim. Belki de gayri resmi bir şekilde infaz ederim. Çünkü makam ve mevki nefse tatlı gelir. Makam ve mevki sahibi kimsenin başında şeytan daha fazla dolaşır. Bugün siyasetçi olup da bunlardan hiç birini yapmıyorum diye kimse diyemez; en takva sahibinden en dinsizine kadar kimsenin böyle bir iddiası olamaz. Eğer olsa dahi  Sözünüzü ister içinizde gizleyin, ister açığa vurun, hepsi birdir. Zira Allah gönüllerin künhünü dahi bilir.” (Mülk/13)

Şimdi bir de kamil mürşitler siyasetçilerin oylarını arttırmak için, kendileri de rant elde etmek için cemaatleriyle birlikte siyaseti desteklerse ayet-i kerime de sözü edilenlerden farkı ne olur? Siyaset için yalan konuşanlar Müslüman olabilir mi? Ben bu konuda şüphe duyarım Kütüb-ü Sitte’de şöyle bir Hadis rivayet edilmiştir:
Hazreti Safvan İbnu Süleym’den rivayetle: Ey Allah’ın Resulü! Dedik, “Mü-min korkak olur mu?” “Evet” buyurdurlar. “Peki, cimri olur mu?” dedik. “Evet” buyurdurlar. Biz yine: “Peki yalancı olur mu?” diye sorduk. Bu sefer: “Hayır!” Buyrudurlar.

08/09/2013

Engin DİNÇ

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Engin DİNÇ - İkra

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (Alak/1)

Seni var eden Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını sana gösterdi, rehber olarak Kur’an-ı Kerim’i indirdi ve hem onu nasıl okuman ve anlaman gerektiğini göstermek için hem de üstün kudretini göstermek için hiç okuma-yazma bilmeyen bir peygamber gönderdi.

Evet, hiç okuma-yazma bilmeyen Resulullah (s.a.v.) ilk Ayet-i Kerime’nin kendisine vahyedilmesiyle okumaya başladı. Peki ya sen? Bugün birçok hoca müsvettesi, Darvin teorileriyle, yaradılış hikâyeleri ile insanın nasıl var olduğunu anlatma ve aslında insanları saptırma çabasına girişmişler. Onlar yetmiyormuş gibi birçok kişi de Kur’an-ı Kerim’in varlığından sanki bihabermiş gibi onların dediklerini dinliyor, yollarını tutup cehenneme doğru hızlı adımlarla gidiyorlar.

A Kendini bilmez! Sen daha kendini bilmiyorsun bir de Allah’ın (c.c.) varlığı hakkında fikir sahibi olmaya çalışıyorsun. O’nun (c.c.) hikmetini öğrenmek için cahil, kullanılmış, siyaset malzemesi edilmiş birkaç hocanın peşine düşünüyorsun. Onlar sayesinde belki de makam-mevki elde ediyor, kendine çıkar sağlıyorsun. Bu dünyada kazanıyorsun belki ama aslında en çok kaybeden sensin ve bunun farkında değilsin. Allah (c.c.) sen ve senin gibileri için her gün cehennemine biraz daha odun atıyor…

A satılmış hoca müsvettesi! Ya sana ne demeli? Kelam-ı Kadim bir elinde küfür ve inkâr diğer elinde insanlara vaaz veriyorsun. Yalan sözlerle onların aklını çeliyorsun, eline Allah’ın (c.c.) kelamını almışsın ama şeytanın hizmetinden de ayrılmıyorsun. Seni dünyanın lüksüyle satın alanlar var ya hani, sana makam-mevki bahşedenler, seni dünyanın en büyüğü yapacaklarını iddia edenler... Onların Firavun’dan ne farkı var? Sen Firavun’a askerlik ediyorsun da Allah’a (c.c.) hizmet ediyormuş görüntüsü veriyorsun. Peki, kendini gizliyorsun, insanlar seni hoca bilerek sözüne itimat ediyorlar ya senin gerçekten bir hain olduğunu, şeytanın hizmetçisi olduğunu görenlerden nasıl gizleneceksin? Allah’ın (c.c.) o kullarından hiç mi haberin yok? O kulların laneti, bedduası senin üzerine oldukça senin bu dünyadaki sultanlığının sana ne yararı var? Gün gelip ahrete intikal ettiğinde Cehennem’in har ateşi gürül gürül gürlerken o veli kullar sana karşı şahitlik edecekler; “Bu imanlı gibi görünürdü, eline Kur’an-ı Kerim alırdı da insanları şeytanın peşine takardı.” Diyecekler. O zaman sana bu dünyada lüks yaşam sunanlar yardım edebilecek mi ya da sen onlara yardım edebilecek misin?

Ey cahil! Gün erken geçiyor. Her aldığın nefes senin için şuan zarardır. Bunu kâra çevirmelisin. Tövbe et ve insanlara doğru olanı, gerçek olanı söyle. “Ben yalan söylemiştim doğru olan budur, Allah (c.c.) böyle emretmişti ben size yalan söylemiştim beni affedin.” De. Hem Allah’tan (c.c.) hem de haklarına girdiğin kullardan helallik iste ve bundan sonra da doğru olanları anlat.

Her şeyi okuyan ama “Oku” emrine uymayan…

Senin halin nicedir. Cahilliğin ardına sığınıyorsun. “Ben bilmiyordum bana kimse öğretmedi, bilmediğim şeyden de mesul değilim.” Diyerek kendini kandırıyorsun. Tamam, bilmedin, sana kimse öğretmedi de sende öğrenemez miydin? Hiç araştırdın mı? Kur’an-ı Kerim’i eline aldın da elinden mi çekip aldılar? “Ben Arapça bilmiyorum, okuyamıyorum.” Bahanesi de seni kurtarmaz. Asıl olan Kelam-ı Kadim olan Kur’an-ı Kerim’i okumak değil, emir ve yasakları anlayarak onunla amel etmektir.
Hiçbir zaman Kur’an-ı Kerim’i anlamak için başkasına muhtaç değilsin. Başkasının tefsir ederek sana bir şeyler anlatmasına muhtaç değilsin. Birkaç yalancı hocanın ardına düşerek, onların sahte oyunlarına kanarak yaşamak zorunda değilsin.

Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim de buyuruyor ki: “… Ne kadar az düşünüyorsunuz!” (Mü-min/58) Sen düşünmez misin ki bu mukaddes kitabın indirildiği Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (s.a.v.) hiç okuma-yazma bilmezdi. Hiç okumayı bilmeyen birisi nasıl olurda bu kitabı okur, anlar ve tüm dünyaya bu kitapla nasıl amel edilmesi gerektiğini anlatabilir? Bu apaçık bir mucizedir. Peki, şimdi sen okumasını yazmasını bilen birisisin hem de bu kitabı anlayabileceğin bir dile de tercüme etmişler… Fakat sen onu açıp okumuyor, okuyup anlamıyor, okuyup düşünmüyor ve amel etmiyorsun. Şimdi; “Ben bilmiyorum, bana kimse öğretmedi.” Bahanesinin arkasına sığınman açıkça yalancılık değil de nedir?

A yalancı! Söyle sen Müslüman mısın? Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: “Yalan konuşan bizden değildir.” Sen yalan konuşuyorsun, o halde sen nasıl Müslüman’sın? Kör değil isen, deli değil isen, tabi geri zekâlı da değil isen aç ve oku. Orada senin hayrına olan her şey yazılıdır.

Sapıklar! İçki içiyorsun bunu marifetmiş gibi gösteriyorsun, çarşaf giyene küfrediyorsun, sarık takana yobaz diyorsun. Aynada bir kendine bak açık bacakların, boyalı suratın, sivilceli sırtın çok mu güzel sanıyorsun? Başka insanları kınamak yerine kendine neden çeki düzen vermiyorsun? Allah’ın (c.c.) yapılmasını istemiyorum dediği her şeyi yapıyorsun ve buna medeniyet diyorsun. Bunun adı deliliktir. Sen ya delisin, ya Müslüman değilsin. Deli isen zaten İslam’da sorumlu tutulmazsın. Ama Müslüman’ım diyorsan ve bunları yapıyorsan senin Müslümanlığından şüphe edilebilir. Müslüman olan Müslümanlığın emir ve yasaklarına uyar. Sen uymuyorsun bir de İslam olma iddiasında bulunuyorsun. İslam’ın emirlerine uymuyorsun, uymadığın gibi uyan insanları da hor görüyorsun, yobaz diyorsun. Allah (c.c.) sen ve senin gibileri için Cehennem’inin ateşini arttırsın inşAllah.

“Zalimler için yaşasın Cehennem.” (Bediüzzamam Said Nurs-i K.S.)

26/08/2013

Engin DİNÇ

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Engin DİNÇ - Akbaba Ölümden Kurtarmaz!

“Rabiatul Adeviyye Meydanı’nı dolduran darbe karşıtları işaretin anlamını:“Bunun Adı ‘Rabia İşareti’dir. Meydanın adı olan ‘Rabia’ Arapça’da ‘dördüncü, dört’ demektir. Bu meydanın adına vurgu yapmak için bu işareti yapıyoruz. İkinci önemli konu Muhammed Mursi, Nasır, Sedat ve Mübarek’ten sonra dördüncü Cumhurbaşkanı oldu. Onu da hatırlamış oluyoruz. Ayrıca Tahrir Meydanı’nda darbeye destek vermek için toplananlar zafer işareti yapıyor. Biz onlarla bir olamayız. Onlardan ayrılmak için bu işareti yaygınlaştırıyoruz” şeklinde açıklıyor.”

Mısır da katliamlar sürüyor, Hizbullah lideri televizyon kanalında Suriye’ye destek olmak gerektiğini ve 10.000 askeriyle birlikte Suriye’ye gideceğini açıkladı. İslam İslam’ı vuruyor, bir Müslüman başka bir Müslüman’ı tekbir sesleriyle vuruyor.

Bu durumun en vahimi ise Amerika’nın, Avrupa Devletleri’nin oralardaki kanı durdurabilecek güçler olduğuna inanılması başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere birçok Müslüman devletin yetkililerinin kınamaktan başka hiçbir girişimde bulunmaması.

Akbaba Ölümden Kurtarmaz!

Bu cümleleri ABD ve diğer emperyalist devletlerden medet umanlara söylüyorum. Akbaba ölecek olan birisini ölümden kurtarmaz! Ölmesi için sabırla bekler ve onun ölüsüyle karnını doyurur.

Şşth Sessiz olun Müslümanlar uyuyor!

Müslüman olmaktan gurur duyanlar Peygambersiz Müslümanlık yapıyorlar. Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: "Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez ve onu yalnız bırakmaz. Zulme teslim etmez." (Buhari, Mezalim, Müslim) Peygamber Efendimizin Hadis-i Şeriflerine uymadan Müslümanlık yapmayın, Müslüman’ım diyerek halkın manevi duygularını sömürerek kendinize rant elde etmeyin.

Türkiye Cumhuriyeti’ne Talimat…

Bu devletin var edicisi milletin bir parçası olarak, Hükümetin yerine getirmesi görevler çerçevesinde halkın isteklerini yerine getirmek olduğu ilkesine dayanarak talimatımdır: Türkiye Cumhuriyeti diplomatları Mısır’a gitsin. Ölecek dahi olsalar gitsinler, eğer çözüm olmaması halinde Ordu Mısır’a gönderilsin. Akan kan benim kardeşiminken ben birkaç akbabaya kardeşimi yem yapmam! Sende Müslüman’ım diyorsan yapma…

Engin DİNÇ

17/08/2013

20 Mart 2013 Çarşamba

Engin DİNÇ - Namazda Hûşu


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Rahman ve Rahim olan Allah(C.C.)’ın adıyla. O(C.C.)’nun adıyla başlamayan hiçbir şey ile O(C.C.) hakkında söz edilemez. O(C.C.) birdir.

“De ki: O Allah Birdir.” (İhlâs/1)

O(C.C.) bana, sana, herkese; her kim olursa olsun ona şah damarından daha yakındır.

“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf/16)

Namaz kılan herkesin en çok sıkıntıda olduğu konulardan bir tanesi de namazdan gereken feyzi alamamak, namazın hazzına erememektir. İnsan zihni gece gündüz düşünmekle meşgul olduğundan namaz sırasında hiçbir şey düşünmeden namaz kılmak imkânsız bir hale gelmektedir. En büyük evliyalar dahi hayatları boyunca iki rekât namazı hiçbir şey düşünmeden kılamadıklarını söylemektedirler.

Namaz kılan bir kimsenin dikkat etmesi gereken hususlar vardır. Bunlar; Huzuru Kalb, Tefehhüm, Tazim, Heybet, Reca ve Hayâ’dır. Şimdi bunları teker teker açıklayalım.

Huzuru Kalb: Okuduğunu düşünmek. Namaz sırasında okuduğumuz duaları kalbimizin içine akarcasına düşünmektir.

Tefehhüm: Okuduğunu düşünüp anlamaktır. Namaz sırasında okuduğumuz duaların ne manaya geldiğini düşünmek, anlayarak söylemek ve söylediğimiz her ayette kalbi sevgi beslemektir.

Tazim: Saygı duyarak Rabbimizin huzurunda olduğumuzun farkında olarak namaz kılmaktır.

Heybet: Saygı ile korkmaktır. Huzurunda olduğumuz Rabbimizin ne kadar kudretli ve güçlü olduğunu bilerek önünde secde etmektir, huzurunda alçalmaktır.

Reca: Ümit ederek kıldığımız namazdan dolayı sevap beklemek, affedilme ümidinde olmak demektir.

Hayâ: Kendinden utanarak kusurlu olduğunu bilmek, affedilmeye muhtaç olduğunu bilmek, affedilme ümidi içerisinde kıldığımız namazı tam ve doğru olarak kılma çabasında olmak demektir.

Namaz kılan bir kimse; kendisini Allah(C.C.)’ın huzurunda hissetmeli ve ona uygun kıyafetler ile O(C.C.)’nun huzuruna çıkmalıdır. Namaz sırasında duyu organlarının tamamı namaza odaklanmalı ve gözler; otururken kucağa, rükûda ayak parmaklarına, kıyamda ise secde edilen yere bakmalıdır. Kulaklarda ise içten okunan dua ve ayetlerin hissiyatı olmalıdır. Bunları yapmak mümkün olsa da düşünmeden namazı eda etmek son derece zordur. Eğer metabolizma gereği düşünmemiz gerekiyorsa o vakit namazın feyzini arttırmak için gözlerimizin önüne Kâbe’yi getirmeli ve okuduğumuz ayetlerin kalbimize nakşedildiğini hissetmeliyiz. Her kelimenin kalbimize girerek oradan bir kötülüğü, bir günahı, şeytanın isini kaybettiğini ve kalbimizin nur ile dolduğunu düşünmeliyiz. Kalbimiz ile Kâbe arasında bir ip, bir bağ varmış gibi hayal etmeliyiz. Böyle yapan bir kimse hem namazının feyzini arttırır hem de mutmain bir kalbe sahip olma yolunda büyük adımlar atar.

Yine namazından haz almak isteyen kişinin namaza başlamadan evvel “La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil’azim” diyerek namaza başlaması da faydalıdır.

Namazın hûşu ile kılınması son derece önemlidir. Çünkü namaz(secde) Rabbimize en yakın olduğumuz yerdir. Resullullah(S.A.V.) namazı hûşu ile kılmaya büyük önem vermiştir. Hatta Hazret-i Âişe validemiz; “Resulullah bizimle konuşur, gülerdi. Ama namaz vakti gelince adeta bizi tanımazdı.” Buyurmuştur. Allah(C.C.) Musa(A.S.)’a vahyettiği bir ayeti kerime de şöyle buyurmuştur: “Ya Musa! Beni andığın zaman vücudun titresin, huşu ve itminan içinde bulun. Dilin beni anarken kalbin başka yerde olmasın, aciz bir kulun efendisinin huzurunda durduğu gibi dur.”

Namazı hûşu içinde kılmak bir kimseyi velilik yolunda büyük adımlar attırır. Öyle ki İslam’ın en büyük velilerinden olan Hazreti Ali(R.A.) sırtına batan hançeri “Ben namaza durunca çıkartın.” Demesi ve o namaza durduğu zaman hançerin sırtından çıkartılması meşhur bir kıssadır. Yine Eshab-ı kiram; “İnsanlar kıyamette dünyadaki namazlarında gösterdikleri huzur, sükûn ve namazdan aldıkları lezzet ölçüsünde haşr olurlar.” Buyururlardı.

Allah(C.C.) bizleri namazlarından haz alarak kalbi ibadetler eden ve cemalinin nurundan yüz çevirmeyen müminlerden eylesin inşAllah… Âmin.

20.03.2013
Engin DİNÇ

12 Mart 2013 Salı

Engin DİNÇ - Kaza namazı olan nafile namazı kılabilir mi?


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Rahman ve Rahim olan Allah(C.C.)’ın adıyla. O(C.C.)’nun adıyla başlamayan hiçbir şey ile O(C.C.) hakkında söz edilemez. O(C.C.) birdir.

“De ki: O Allah Birdir.” (İhlâs/1)

O(C.C.) bana, sana, herkese; her kim olursa olsun ona şah damarından daha yakındır.

“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf/16)

Günümüzün en büyük sorunlarından bir tanesi de kaza namazı olan bir kimsenin nafile namazı kılıp, kılamayacağıdır. Bu konuda birçok âlim zıtlaşmış olsa da ortak nokta namazların hayırlı olmasıdır. Kaza namazı dediğimiz namaz vakit namazlarının gecikmesi sonucu üzerimize borç olarak kalan namazlardır ve kılınması farz olan namazlardandır. Dolayısıyla farz ibadet dururken aynı vakti nafile ibadetle geçirmenin faydası yoktur.

Bu konular üzerine Hazreti Ali (R.A.)’den rivayetle gelen Hadis-i Şerif de şöyle buyrulmuştur: “Farz namaz borcu olanın nafile kılması, doğurmak üzere olan hamileye benzer. Doğumu yaklaşmışken, çocuğu düşürür. Artık bu kadına, hamile de, ana da denmez. Bu kimse de böyle olup, farz namazlarını ödemedikçe, nafile namazları kabul olmaz.” (Kaynak: Abdülkâdir-i Geylanî-Fütuh-ul-gayb m.48) Bu Hadis-i Şerif’i büyük âlimlerden Abdülhak-ı Dehlevî (K.S.) “Bu Hadis-i Şerif gösteriyor ki, farz borcu olanın, sünnetleri de kabul olmaz. Çünkü sünnetler de nafiledir.” Şeklinde açıklamıştır. Fakat şahsi fikrim gereği bu açıklamaya uymama taraftarıyım. Çünkü Hadis-i Şerif de açık olarak sünnetten bahsedilmemektedir. Ayrıca Hanefi mezhebi için sünnet olan ibadetler farz gibi hükümde olup, yapılmaması da günah sayılmaktadır.

Yine konu hakkında Abdülkâdir-i Geylanî (K.S.) Fütuhu’r-Gayb isimli eserinde şöyle bahsetmiştir: “Müminin, en önce farzları yapması lâzımdır. Farzlar bittikten sonra, sünnetleri yapar. Ondan sonra, diğer nafilelerle meşgul olur. Farz borcu varken, nafile ile meşgul olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın sünnetleri(nafile) kabul olmaz.” Görüldüğü üzere büyük İslam âlimleri bu konu üzerinde dururken kılınması gereken namazın öncelikle farz olduğu daha sonra sünnet ve nafile ibadetlerin geldiğidir.
Konu hakkında; Alî ibni Ebî Tâlib(R.A.)’den rivayetle bildiriyor ki: “Resûlullah(S.A.V.) buyurdu ki, Üzerinde farz namazı borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazasını ödemedikçe, Allah-u Teâlâ, onun nafile namazlarını kabul etmez.” Denilmiştir.

Kıyamet gününde hesaba çekilen bir Müslüman kimseye sorulacak ilk sorunun farz namazlar hususunda olacağı ve eğer farz namazları tam değil ise; “Bakınız onun nafile namazları var mı?” sorusu yöneltilecektir. Bu soru sonrasında aklımıza gelen; nafile ibadetin de farz namaz yerine geçebileceği, farz namaz eksiği olanın da nafile namaz kılabileceği anlamına geldiği düşüncesidir ki bu düşünce yanlıştır. Çünkü burada farz namazının eksik yapmış bir kimse için sorulan: “Bakınız onun nafile namazları var mı?” sorusunda kast edilen nafile namaz; farz namazı zamanında kılmayarak o vaktin dışında kılarak kaza etme namazıdır. Daha açık bir söylemle burada geçen nafile namaz aslında kaza namazının yapılıp yapılmamış olmasıdır.

MEZHEPLERE GÖRE KAZA NAMAZI

Kaza namazlarının gecikmesi açısından, kaza namazı borcu olan kimselerin nafile ve sünnet namazlara vakit ayırıp ayıramayacağı konusu, mezhepler arasında ihtilaflıdır.

Şâfiî mezhebinde, kaza borcu olan kimselerin günlük farz namazlar dışında, ister beş vaktin farzı ile birlikte kılınan sünnetler, ister terâvih, teheccüd gibi diğer sünnet ve mutlak nafileler olsun, kaza borcunu tamamlamadıkça, sünnet ve nafile kılarak kaza namazlarını geciktirmeleri haramdır. Ancak bu hükmün anlamı, diğer boş zamanları değerlendirmeyip, sadece sünnet yerine kaza kılarak borçlanı tamamlanması değil; kaza borcu olan kimselerin, sünnet kılacak kadar zaman bile kaza borçlarını geciktirmelerinin câiz olmadığıdır.

Mâlikîlere göre de, günlük farz namazlar ile sabah namazının sünneti, vitir, bayram ve tahiyyetü´l-mescid dışında sünnet veya nafile ile meşgul olarak kaza namazını geciktirenler, günah işlemiş olurlar.

Hanbelîlere göre ise, bu durumda olan kimselerin, gerek beş vakitte farzla beraber kılınan sünnetleri, gerek bunlar dışındaki diğer sünnetleri kılmaları câiz ise de, borcu çok olanların, sabah namazının sünneti müstesna; bunların yerine de kaza namazı kılmaları efdaldir. Sünnet olmayan mutlak nafile ile meşgul olmaları ise haramdır. (1)

Hanefilere gelince: Üzerinde ister az, ister çok, kaza borcu olan kimselerin, gerek farz namazlarla birlikte kılınan revâtib sünnetlerini, gerek Peygamberimizin (S.A.V.) kılınmasını tavsiye buyurduğu terâvih, teheccüd, tesbih, duhâ, tahiyyetü´1-mescid, evvâbîn gibi diğer sünnetleri kılmaları, bu yüzden kaza borçlarının ödenmesi gecikmiş olsa bile, efdal görülmektedir. Sünnet olmayan mutlak nafile namaz kılmak da haram veya mekruh olmayıp; câiz ise de bunların yerine kaza kılmak efdaldir. (2)

Hanefî mezhebinde muteber kaynak niteliği taşıyan ve bir kısmı isim, cilt ve sahife numaraları 2´inci dipnotta gösterilen fıkıh kitaplarında bu husus bu şekilde beyan olunmaktadır. Bu itibarla, kaza borcu olan kimselerin sünnet kılmalarının ahmaklık olduğu; bunların Allah katında makbul olmayıp boşa gideceği gibi sözler, Hanefî fukahasının kaynak olarak kabul ettiği muteber eserlerde yer almayan sözlerdir. Esasen, -yukarıda görüldüğü üzere; Şafiîler dışında diğer üç mezhebe göre de, kaza borcu olan kimselerin sünnet kılmaları câiz; Hanefîlere göre ise efdaldir.

Konuyu özetlemek gerekirse Hanefîlere göre; efdal yani tercih edilen ibadet şeklidir ki bu tercih sıralamasında kaza namazı yine önceliklidir. Kaza namazından sonra Peygamber efendimizin (S.A.V.) önerdiği sünnet namazlar kılınır.

KAYNAKLAR: “(1) Abdurrahman el Cezîrî, a.g.e., 1/491-492. (2) Ahmıed b. Muhammed et-Tahtâvî, a.g.e., sh. 363; ibn Abidin, Reddu´l-Muhtar, 1/493, Bulak, 1272; el-Fetâvâl-hindiye, 1/125, Bulak, 1310; Abdurrahman el-Cezîrî, a.g.e., 1/491-492; Osmanlica Tahtâvî Tercemesi, 2/143; İst. 1285; Zühdü Paşa, el-Mecmûatü´z-Zühdiye, 1/131-132, İst., 1311; Hacı Zihni Efendi a.g.e., sh. 467; Hacı Muhammed Nehif Ef., İlaveli Enisü´l-abidin, sh. 67, İst., 1327; Ahmed Davudoğlu, İbn-i Abidin Tercemesi, 3/152, Ist., 1982; Ö.N. Bilmen, Büyük İslâm İImihali, sh. 183, İst”

12.03.2013
Engin DİNÇ

19 Şubat 2013 Salı

Engin DİNÇ - Para ne işe yarar?


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Rahman ve Rahim olan Allah(C.C.)’ın adıyla. O(C.C.)’nun adıyla başlamayan hiçbir şey ile O(C.C.) hakkında söz edilemez. O(C.C.) birdir.

“De ki: O Allah Birdir.” (İhlâs/1)

O(C.C.) bana, sana, herkese; her kim olursa olsun ona şah damarından daha yakındır.

“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf/16)

Para ile ilgili hep aynı soru sorulur: Para ne işe yarar?
- Para olmadan yaşanmaz.
-Neden?
-Parasız bir şey olmaz.
-Parayla sevgi satın alabilir misin?
-Hayır!

Bu diyalogların uzayıp gitmesi kadar sıkıcı bir şey yok. Para ile her şey alınabilir fakat sevgi, aşk, kardeşlik, ilahi aşk, satın alınamaz çünkü bunların hepsi manevidir. Maddi bir şey olan para ile maneviyat satın alamazsın. Para maddi yaşantımızı devam ettirmek için üretilmiş, akıl ve sosyal ihtiyaçların birleşiminden elde edilmiş bir araçtır. Para denilen kâğıt yâda metal bir madde ile başka bir madde satın alabilirsin. Örneğin; para ile ekmek alabilirsin çünkü ikisi de maddeseldir. Para ile organ satın alabilirsin çünkü beden maddeseldir. Fakat para vererek aşk satın alamazsın. Belki yalandan bir kişiyi elindeki parayla kendine yakın tutar ve sana tahammül etmesini sağlayabilirsin. Lakin Bunun adı da aşk değil çıkar ilişkisidir. Para bittiğinde aşk da otomatik olarak sona erecektir. Yine parayla iman satın alamazsın; Rabbimiz ile bir pazarlığa oturma imkânımız var mı? Yok değil mi… O vakit her şeyi kendisine karşılık gelen ile elde etmeye çalış.

Paranın satın alamayacağı şeyleri de yani maneviyatı, yani gerçek yaşamı; yine maneviyatla elde edebilirsin. Sevgi istiyorsan sevmelisin, aşk istiyorsan âşık olmalısın. İman istiyorsan, ibadet etmelisin.

Günümüz evliliklerine baktığımız zaman artık kadın-erkek ilişkilerinde saygı, hoşgörü, sadakat, sabır yerini; güzellik, şehvet, para, eğlenceye bırakmış. Kimse “sevdiğimle sıkıntı çekmek istiyorum” demiyor. Fakat “beni mutlu etsin yeter…” Şekilde sözleri çok duyuyoruz. Evlenecek çiftlerin kurduğu hayaller; ev, araba, tatil, iki çocuk, bir ev daha, ikinci araba, tatil, tatil, tatil… Bir lokma ekmeğe tama edip de şükür isteyene rastlamadım daha... Aslında sözü dillendiren çok var fakat bir de gönlüne nazarlı baktığınızda onun bir yalandan ibaret olduğu görmek hiç de zor değil. “Sevdiğim yanımda olsun açlığa da razıyım” deniliyor ama gerçekten iki gün aç yatılsa üçüncü gün buna katlanılmıyor. Evde yiyecek olmadığı zamana “Bugün de oruç tutarız.” Diyen Resulullah(S.A.V.)’ın ümmeti, bugün evlenmek için araba, ev, mal-mülk arar oldu.

 Ahir zaman…

Sen paraya-pula tama etme. Dünyalık nimetler isteğinde bulunma ki; Allah(C.C.) sana ahretlik nimetler nasip etsin. Dünyalık isteklerin sana dünyada yaşayabilmen için verilen maddi bedenin ihtiyaçlarını giderecek kadar olsun. Allah(C.C.) için ye, Allah(C.C.) için iç ve Allah(C.C.) için evlen. Fazlasını tüketmen senin için israftır. Ve Allah(C.C.) israf edeni sevmez.

“Ey âdemoğulları, her mescit yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O(C.C.), israf edenleri sevmez.” (A’raf/31)

Bu dünyaya geliş, gönderiliş amacını unutma. Senin tek amacın Allah(C.C.) rızasına nail olarak ahrete intikal etmek ve Allah(C.C.)’ın sana layık gördüğü mükâfatı almaktır.

“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât/56)

Dünyaya neden geldiğimizi, görevimizi unutarak dünyevi nimetler peşinde kendimizi helak ediyor, nefsimize zulmediyoruz. Allah(C.C.) rızasını kazanma arzusundan dirhem kalmazken, şeytana kulluk etmeye başlıyoruz. Gün gelip ilahi adalet kürsüsü kurulduğunda ve Rabbimizle yüz yüze geldiğimizde; “Nerede seni dünyaya sultan yapan paran, nerede çevrendeki adamların, nerede evlerin ve arabaların, kaç parayla kurtulursun azaptan?” diye sorulursa ne cevap vereceğiz?
Her şeyden önce gelen bir şey vardır: Allah(C.C.) rızası…

16.02.2013
Engin DİNÇ

16 Şubat 2013 Cumartesi

Engin DİNÇ - Yaradılış


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Rahman ve Rahim olan Allah(C.C.)’ın adıyla. O(C.C.)’nun adıyla başlamayan hiçbir şey ile O(C.C.) hakkında söz edilemez. O(C.C.) birdir.

“De ki: O Allah Birdir.” (İhlâs/1)

O(C.C.) bana, sana, herkese; her kim olursa olsun ona şah damarından daha yakındır.

“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf/16)

Allah-u Zülcelâl yarattıklarına kendi kudretini göstermek istemiştir. İşte bu sebepten dolayı ruhları yarattı, daha sonra onların sınava tabii tutulacağı; dünya âlemini yarattı. O(C.C.)’nun yaratma kudreti öyle geniştir ve büyüktür ki; dünya ve ahret dışında belki de bizim aklımızın almadığı, ilahi kitaplar ve peygamberler aracılığıyla bizlere bildirilmemiş milyarlarca âlemi yaratmıştır. Bizler bunu bilgisinde olamayız.

“De ki: Rabbim bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Ve eğer beni bağışlamaz ve beni esirgemezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum.” (HUD/47)

Allah-u Teâlâ yarattığı ruhlara manevi, maddiyattan soyut bir kimlik vermiştir. Fakat sınava tabii tutmak istediği bu ruhları, maddiyat evrenine bu şekilde gönderse dahi, bu maddi âlemdeki hiçbir şeyden etkilenmeden kendisine tam bir itikat ile bağlı olacaklardı. Ruhu sınamak için gerekli olan şey ona bir maddiyat kazandırmaktı. İşte bu maddiyata “beden” adını verdi. Yarattığı ruhu, yarattığı diğer bir şey olan bedenin içerisine yerleştirdi. Lakin bu da yeterli olmayacaktı. Ruhun bedene bürünmüş olmasıyla sadece görüntüsünü maddileştirecekti ve o maddi beden manevi ruha bir engel olmayacak sadece madde âleminde yaşam sürmesini sağlayacaktı. İşte bunun için de o maddi bedene manevi engeller koyabilecek, ruhu yolundan çevirebilecek bazı engeller gerekliydi. Bunlardan bir tanesi; kendisine isyan eden şeytandı. Şeytanın da işini kolaylaştırmak için maddi bedene nefis, şehvet, kibir, gurur gibi manevi duygular ekledi. Çünkü maddiyat maddi olandan, maneviyat da manevi olandan etkilenecekti.

İşte bu andan sonra dünyevi yaşam başlayabilirdi. Fakat dünyevi yaşama başlamadan evvel yarattığı bu bedeni cennetinde küçük bir sınava tabii tuttu. Âdem ve Havva’ya bir meyveye yasak koyduğunu ve ondan yememelerini söyledi. İşte yarattığı şaheser olan beden, maneviyat karşısında ilk sınavını verirken yenilgi ile ayrıldı. Çünkü nefis ve şeytanın akıllıca oyunlarıyla o meyveyi yediler ve bu durum da onların dünyaya gönderilmelerine neden oldu.

İlk insan dünyaya maneviyattan, maddiyata gönderilerek Âdem adını aldı. Âdem; Âdemi kelimesinden gelmektedir ve “yok olmuş” manasına gelmektedir. Allah(C.C.) kendisinin emrine uymayarak, nefsine itaat eden ruha bir bedene bürümüş ve maddiyat âlemine göndermiştir. Bunu yapmasının amacı da o kendisine itaat etmeyen kuluna bir hak daha tanımaktır. Kim ki dünyevi sınavından geçerek, Allah(C.C.)’ın rızasına nail olursa, maneviyat; yani gerçek âlemde, yani ahrette mükâfatlandırılacaktır.

Ey âdemoğlu!

Hiçlik mertebesinin en üstünde madden bir Hiç olan fakat nefsine yenik düşerek, kendini maddiyat âleminin sultanı ilan eden kişi!

Kaybolmuş, kovulmuş bir âlemde sınava tabii tutulmakta ve bu sınavdan ve sınavın kolaylıklarından dahi farkında olmadan sınav süreni doldurmaktasın. Allah(C.C.) merhametlilerin en merhametlisidir.

“Kim kötülük işler veya nefsine zulmedip sonra Allah(C.C.)’tan bağışlanma dilerse Allah(C.C.)’ı bağışlayıcı ve merhamet edici olarak bulur.” (Nisa/110)

O(C.C.) seni sınava tabii tutarken bu sınav sırasında kitap açmana izin vermiştir. Sınavı geçmeni sağlayacak, seni iki dünyanın da sultanı yapacak, Rabbinin affına mazhar edecek ve sana Allah(C.C.)’ın rızasını kazandıracak olan tek kitap; Kelam-ı Kadim olan Kur’an-ı Kerim’dir. Allah(C.C.)’ın kelamı olan emirlerini, yasaklarını ve mubahlarını bizlere bildirdiği bu mübarek kitabı her an elimizde tutmalı, her daim içindekileri okumalı, her an Kur’an-ı Kerim ve onun hükümleriyle yaşamalıyız. Unutma ki; sınavın ne zaman biteceğini sadece Allah(C.C.) bilir.

“…Allah(C.C.) yaptıklarınızı görendir.” (Bakara/265)

“Hangi biriniz ister ki, altından ırmaklar akan hurmalardan, üzümlerden bir bahçesi olsun, içinde kendisinin olan bütün ürünler de bulunsun; fakat kendisine ihtiyarlık gelip çatsın, üstelik zayıf ve küçük çocukları olsun böyle bir durumda iken ona bahçesine ateşli bir kasırga isabet etsin de yanıversin. İşte Allah(C.C.) ayetleri size böyle açıklar ki düşünesiniz.” (Bakara/266)

16.02.2013
Engin DİNÇ

5 Şubat 2013 Salı

Engin DİNÇ - Tehzib-i Ahlâk


Allah(C.C.) kaynaklı her ilahi dinin olduğu gibi dinimiz İslam’ın da var oluş amacı toplumlar arasında ahlâkı sağlamaktır. Bu konu hakkında peygamber efendimiz H.Z. Muhammed(S.A.V.) şöyle buyurmuştur: “Ben, ancak mekâkim-i ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”

Ahlâk kelimesi Hulk kelimesinin çoğuludur. Hulk, insanın ruhundaki, “Huy” dediğimiz bir meleke, özel bir hal demektir. Her insanın bir huyu vardır, huylar iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Aslında bu iyi ahlâk ve kötü ahlâk olarak da bahsedilebilir. Örneğin; Edep, tevazu, kerem, hoşgörü birer iyi ahlâkken, kibir, cimrilik, edepsizlik, sefahat, gıybet, yalan da birer kötü ahlâka örnektir. Güzel ahlâka: “Ahlâk-ı Hasene, Ahlâk-ı Hamide, Mehasin-i Ahlâk, Mekâkim-i Ahlâk” da denir. Güzel olmayan ahlâka da: “Ahlâk-ı Kabiha, Ahlâk-ı Zemîme, Mesavi-i Ahlâk, Rezail-i Ahlâk da denir.

Ahlâk aslında bir ilimdir ve bu ilme ahlâk ilmi denilmektedir. Ahlâk ilmi iki ayrılır. Bunlar Nazarî Ahlâk ve Amelî Ahlâk’tır. Nazarî Ahlâk: “Ahlâk esaslarına ve kanunlarına ait görüşleri ve fikirleri gösterir.” Amelî Ahlâk ise: “Ahlâk ile ilgili görevlerin nelerden ibaret olduğunu gösterir.” İnsanların tam bir Ahlâk sahibi kul olabilmesi için bu iki ahlâka da ihtiyacı vardır. Ahlâkın nasıl bir kanuna sahip olduğunu bilmek gerekirken bu kanun ve kurallarla da amel içinde olmak gerekir. Böylesine kurallar çerçevesinde amel eden kişiler toplumda ve Allah(C.C.) nazarında ahlâklı olarak adlandırılmaktadır.

İman eden kişinin iyi bir ahlâka sahip olması gerekmektedir. Ahlâk diğer bir deyişle huy insanların var oluşlarından geliyor gibi görünen katı kurallar bütünü gibi görünse de değişebilmektedir. Bu sebepten toplumumuzda sıkça kullanılan: “Can çıkmadan, huy çıkmaz.” Sözü çok da doğru bir söz değildir. Her şey gibi huyda değişebilen bir şeydir. İyi yöne oldukça, kötü yöne doğru da değişebilir ki; biz tarihimize baktığımızda birçok âlimin son nefesini imansız olarak verdiğini görmüşüzdür. Bu huyun değişebilir olduğunun en büyük kanıtıdır. Ayrıca huy değişemez olsaydı; Allah(C.C.) Şeytan’a insanları yoldan çıkartmaya çalışması için izin görev ve izin vermezdi. Huylar değişmiyor olsaydı imanlı ve kâmil olan kişiler her daim öyle kalır ve öyle ölür, imansızlar ve dinsizler de dinsiz olarak ölürdü. Bu da bizim dünyaya asıl geliş amacımız olan hayat sınavının hiç olmadığını göstergesi olurdu. Oysa bizler hayata sınav için gönderildik ve bu sınavda kimi insanlar huylarını iyi yönde değiştirerek kurtuluşa erecek, kimileri de huylarını kötü yönde değiştirerek helak olacaktır. Kelam-ı Kadim olan kitabımız Kur’an-ı Kerimde de anlatıldığı gibi helak olan kavimlerin birçoğu ahlâksızlık sebebiyle helak olmuşlardır.

Mukaddes dinimiz İslam için ahlâkın önüme çok büyüktür. Peygamber efendimiz H.Z. Muhammed(S.A.V.) efendimiz hadis-i şerifinde bu önemi şöyle açıklamıştır: “Sizin imanca en güzeliniz, ahlâkça en güzel olanınızdır.” Yine başka bir hadis-i şerif de şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teâlâ’ya kullarının en sevgilisi, ahlâkça en güzel olanıdır.” Peygamberimiz H.Z. Muhammed(S.A.V.) dualarında her daim ahlâklı bir kişi olmayı dilemiş ve şöyle dua etmiştir: “Allah(C.C.)’ım! Ben, sende sağlık, afiyet ve güzel ahlâk dilerim.”

İslam dini üzerine yaşamak, İslami kurallar ile yaşayarak amel etmek aslında ahlâklı olmanın ta kendisidir. Allah(C.C.) Kelam-ı Kadim olan Kur’an-ı Kerim de H.Z. Muhammed(S.A.V.) efendimize şöyle buyurmuştur: “Rabbinin lütfüyle, deli değilsin. Hem senin ecrin, mükâfatın hiç kesilmez. Ve sen pek yüksek bir ahlâk üzeresin.” (Kalem/ 2,3,4) Bu ayeti kerime de Allah(C.C.) peygamber efendimizin yaşantısını, sünnetini ve Kur’an-ı Kerim’de ki emirlerine uymanın tam bir ahlâklı davranış olacağını bildirmiştir.
Ahlâk değişen, çirkinleşme ve güzelleşme özelliğine sahip olan bir şeydir. Ahlâkı değiştirmek mümkündür. Çirkin huyları güzel huylara çevirmeye: Tehzib-i Ahlâk” denilmektedir. Bizler de kendimizi sorguya çekmeli, kötü huylarımızın neler olduğunu bilmeli ve bu huylarımızdan en kısa zamanda tövbe ederek kurtulmalı. Kötü ahlâkımızı, güzel ve Allah(C.C.)’ın rızasına layık olacak ahlâk haline getirmeliyiz.

Büyük Yunan filozof Heraklitos’un dediği gibi: “Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.”
“Kötü huylar mağlup edildikte, iyi huylar galip ve daim olurlar.” (E. DİNÇ)

05.02.2013
Engin DİNÇ

1 Şubat 2013 Cuma

Engin DİNÇ - Âlimlerin nazarında mertebeler


Âlimlerin nazarında mertebeler:

En alt derece olarak da anılan Mümin kişi: Normal bir kişi olarak tanımlanır iman ettiğini söyleyenlerin en büyük çoğunluğunu oluşturur. Oruç, Namaz ve Zekâtta tam anlamıyla ibadet gösteremezler. Sürekli isteme vardır. Dua ederler ve beşeri isteklerde bulunurlar. Onların nazarında yaşam vazgeçilmezdir. Ölümden çok korkarlar. Bilgi ve ilimleri ya hiç yoktur ya da çok azdır. Biraz ilmi olan da ilmiyle amel etmeyebilir.

Âlimler: Bu kimseler diğer müminlere göre daha sadıktırlar. Ayrıca ilim, fıkıh, Hadis, Kur’anı Kerim öğrenerek diğer insanları da etkilemek ve hak yola döndürmek amacındadırlar. İstekleri odur ki; tüm insanlar hak yola dönsün ve Allah(C.C.)’ın rızası için amel etsinler. Bu kişilerin en büyük özelliği de: yaptıkları söylediklerinden azdır.

Arifler: En büyük özellikleri hiç bir şey dilemezler. Dünyevi lezzetlerden zevk almazlar. Bu kişiler az konuşur çok amel ederler. Amelleri söylediklerinden fazladır. Öğretme, insanları etkileme, çevre edinme derdinde değillerdir. Tek dertleri kendileridir. Sürekli kendileriyle savaşırlar. Onlar için dünya sadece iman edebilmek için vardır. Allah(C.C.) istemezse hiç bir şeyin sahibi olamayacağını bilirler ve dilleriyle dua ederek bir şey istemezler. Ne gelirse kabullenirler. İyi ve güzel olana şükür, kötü ve zor olana da sabır ederler ve tam bir samimiyet ile kabullenirler, şikâyetçi olmazlar.

Evliyalar, Veliler: Allah(C.C.) dost olanlar, peygamberin altında olan kimseler olarak da adlandırılırlar. Onlar için her şey Allah(C.C.) içindir. Ölüm, yokluk, fakirlik, acizlik, düşkünlük gibi korkuları yoktur. Dört büyük melekle dostturlar. Ölüm meleği gelip canını almak istediğinde bu kimselere sadece ricada bulunur. Dünyadan hiç bir şeye bakmazlar. Dünyadan ne kadar az yararlanırım diye bakarlar. Sürekli ibadetle zaman geçirirler. Mal, mülk, evlilik, eş çocuk, kariyer, şan, şöhret gibi dertleri yoktur. Onlar için Allah(C.C.) sevsin yeterlidir. O kimseler bir yere girdiğinde etrafa bir huzur yayılır, insanlar ona karşı sebepsiz tebessüm ederler hatta o kimseden ters bir davranış görseler bile kızamazlar. O kimseler de Allah(C.C.)'ın kızacağı şeyler hariç insanlara karşı kötü davranmazlar. Allah(C.C.) razı olmayacağına onlarda razı olmazlar. Kokuları hoştur insanları rahatsız etmez. Yüzleri parlak ve nurludur. Sesleri hafif, teveccühlü ve hafif tebessümlüdür. Karşısındakinin yaşı ister yedi olsun, ister yetmiş olsun her zaman aynı teveccüh ile yaklaşırlar. Yardıma ihtiyaç duyana yardım ederler. İnsanları hak yola çevirmek istediklerinde onlara vaaz, sohbet vermezler. Kendi amelleriyle göstererek öğretir ve imrendirirler. İbadetleri çok yoğun ve uzundur. Çoğu zaman Allah(C.C.)’ın izniyle uhrevi vasıflar kazanırlar. Bunlara örnek olarak; dileklerinin hemen kabul olması, bir kişiye baktığında karakteri hakkında bilgi sahibi olması, kalplerden geçenleri bilmeleri, bir kimsenin niyetini sezmeleri verilebilir.

Bu mertebeler dışında Nakşibendî tarikatının büyüklerinden olan Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbabi’nin de eseri Mektubat da anlattığı mertebeler de vardır. Bu mertebelere ulaşmak için öncelikle samimiyet gerekir. Allah(C.C.) bizlere samimiyet nasip eder inşAllah…

01.02.2013
Engin DİNÇ