Lisede bir kıza gizli gizli
âşıktım. O kız bana:
-Evleneceğim adam biraz esmer
olmalı, top sakallı olmalı, bir de kesinlikle Alevi olmalı demişti.
İşte o gün Alevi - Sunii diye
ayıranlar kimse onlara binlerce kez bela okumuştum. Çünkü evlilik Allah'ın (c.c.)
emriydi ve biz O'nun (c.c.) emrine uyup rızasını istemekten çok bir kaç imamın
rızasını istiyorduk. Alevi de olsak, Sunii de olsak samimi bir Müslüman
değildik!
Çocukluk aşkı işte şimdi daha iyi
anlıyorum ne kadar da olgun bir çocukmuşum ben ki hala fikirlerim değişmedi...
Değişmedi hala aynı fikirlerin
sahibiyim ve tahmin ediyorum ki bu fikirler ölene kadar da böyle devam edecek.
Biz ne kadar da samimiyetsiz insanlarız! Her yaptığımız iş sözde Allah’ın
(c.c.) rızasına nail olmak için değil mi? Yalancılıktan da korkmuyoruz!
Allah’ın (c.c.) rızasının nasıl
kazanılabileceği Kelam-ı Kadim olan mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim de açıkça
anlatılmışken biz bize yol gösterdiğine inandığımız bizi belli kalıplar içine
sokarak yüzümüzü Allah’a (c.c.) değil de paraya, şöhrete, nama-şana
çevirenlerin peşine düşmüşüz. Bidat ehli olmuşuz da Kur’an ehli olmayı
unutmuşuz. Allah’ı (c.c.) sevmek için illa da bir kalıba girmek gerektiğine,
bir imamın gösterdiği usuller ile ibadetin şart olduğuna inanmışız. Şimdi
soruyorum ki biz Allah’a (c.c.) ve O’nun birliğine mi inandık yoksa mezhep
imamlarının bizlere şöyle yapın, böyle yapın demesiyle oluşturdukları
mezheplere mi inandık? Daha derin bir soru soracak olursak biz Allah’a (c.c.)
mı iman ettik, ”Bize yol gösteriyorlar” dediğimiz imamlara mı iman ettik?
Bir kimsenin nasıl inanması
gerektiğine, nasıl iman etmesi gerektiğine karışmak istediğimden değil lakin
bir kitlenin, bir grubun birleşerek başka birisini yanlış kabul ederek
inanmasına karışıyorum…
Herkesin bir mezhebi var.
Biliyorum ki bu yazıyı okuyan herkes de beni din düşmanı, dinsiz, ateist,
bilmem neist ilan edecektir. Çünkü gerçek şu ki ben bir mezhep imamına laf
söylesem beni öldürmeye kalkarsınız, ama Allah’a (c.c.) (Hâşâ) küfreden olsa
kimse gık demez… Şimdi kendimizi bir sorguya çekelim, alalım nefsimizi
karşımıza bir elimizde silah, bir elimizde bıçak nefsimizle kanlı bir savaşa
girişelim. Soralım nefsimize sen Allah (c.c.) rızası için mi ibadet ettin,
mezhebindeki imam ne demişse ona göre mi ettin? Sen aslında Allah’ın (c.c.)
rızasını mı istemiş oldun yoksa imamın rızasını mı istemiş oldun?
Bugün birçok imam bir kimsenin
nasıl ibadet etmesi gerektiğini, nasıl imanlı olunacağını, kaç rekât kılıp kaç rekât
kılmayacağını Kur’an-ı Kerim’e, Hadis-i Şerif’lere dayanmadan anlatıp duruyor.
Böyle de yapılmazsa kabul olmaz demeden de geçmiyor. O kimseler için güzel bir
kıssa anlatmak istiyorum:
Bir gün H.Z. Davut (a.s.) dere
kenarında gömlek yıkayan bir adam görür. Adam hem gömleği çitiliyor hem de
“Yarabbi! Keşke senin de gömleğin olsa da yıkasam.” Diyor. Bunu duyan H.Z.
Davut (a.s.) “Bu nasıl laf Allah’ın (c.c.) gömleği olur mu O (c.c.) bunlardan
münezzehtir.” Dediğinde bir vahiy geliyor ve Allah-u Teâlâ H.Z. Davut’a (a.s.)
şöyle buyuruyor: “Ey Davut bırak kulum beni nasıl isterse öyle sevsin.”
Demem o ki o imam bu imam benden
razı olmasında, önce Allah (c.c.) sonra da Peygamber Efendimiz H.Z. Muhammed
(s.a.v.) razı olsun bana Elhamdülillah…
06/11/2013
Engin DİNÇ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder