10 Aralık 2016 Cumartesi

Aşk-ı Sani Çıkıyor

Büyük Selçuklu Devleti’nin manevi sultanı Abdülkâdir-i Geylânî’nin hayatının konu alındığı, binlerce okurun merakla beklediği kitap piyasaya çıkıyor.

Araştırmacı-yazar Engin Dinç yeni kitabında Büyük Selçuklu Devletinin son dönemlerini, Bağdat’ı, o dönemde yaşamış Bağdat’ın önde gelen ilim adamlarını ve kadiri tarikatının kurucusu olan Abdülkâdir-i Geylânî’nin hayatını konu alıyor.
Önceki eserlerinde İslami ilimleri kişisel gelişim gözüyle değerlendiren yazar bu kitabıyla da İslamiyet’e büyük yararı olmuş ilim insanlarının yaşantılarını, dönemin sosyolojik ve kültürel yapısını o günkü dokuyla ele alıyor ve okuyucuyu o döneme bir yolculuğa çıkarıyor.
Aşk-ı Sani; “Evinizin Mektep Olmasını İster Misiniz?” Sorusu ile her evi Edebî Mektep haline getirmek isteyen Uyanış Yayınevi’nden çıkacaktır. “Aşk- ı Sani” henüz piyasaya çıkmamasına rağmen Nitelikli Kitaplar ve Okurlar Platformu’nun da seçme eserleri arasına girmeyi başardı.

Aşk- ı Sani’nin 2017 Ocak ayında tüm kitabevlerinde satışta olması bekleniyor.




21 Ağustos 2016 Pazar

FETÖ Tarihi

Yıllardır ABD ile müttefik olup, ömrü katletmek ve ırkçılık ile geçmiş AB kapısında bekliyoruz. Halk ABD'yi sevmiyor, AB'yi istemiyor. Halk Turan'ı, Türk-İslam Birliği'ni istiyor. Rusya, Çin, Hindistan'la değil Azerbaycan, Türkmenistan, Pakistan ile bir birlik çatısında birleşelim istiyor. Biz ırkımızdan ve dinimizden olan devletlerle birleşince güçlü olamaz mıyız? Bu gücü ve imanı veren; devletlerin silahı ya da parası mı ki!? İmanımızdan mı şüphemiz var da süper güç denilen Siyonizm maşası, Tapınak Şövalyelerinin kalıntısı hükümetlerle yönetilen devletlerin peşinde geziyoruz! Biz, Elhamdülillah milletçe süper gücüz! PKK, DAEŞ, FETÖ'yü ve benzerlerini ancak birlik devletleri arasına sıkıştırarak yok edebiliriz. Onların dışarıyla olan kan bağını keserek bitirebiliriz. Pazarlıkla, antlaşma ile ancak onların kan toplaması için zaman vermiş oluruz oysa onların bitmesi için kan damarlarına inhibisyon yapılmalı, o damarlar tıkanmalı, kesilmelidir.

AB artık BM gibi, NATO gibi var ve yoğun arasına sıkışmış bir birliktir. İngiltere, AB'den ayrılarak yeni planını devreye koyma kararı almıştır. Bu plan Five Stars'ı kurmaktır. Five Stars; İngiltere, ABD, Rusya, Çin ve Hindistan'ın bir araya gelerek oluşturduğu yeni birliktir. Bu birliğin asli amacı dünyayı beş bölgeye bölüp yönetmek ve sadece kendi içlerinde ticaret yapmaktır. Eğer Five Stars'ın karşısına yeni ve geniş coğrafyaya sahip bir birlik ile çıkılmazsa Five Stars'ın yönettiği devletlerden bir tanesi olmak kaçınılmaz olabilir. Öyle ki Five Stars'ın yönetimine girip de kendimizi özgür sanmamız bile mümkündür. Çünkü beyinleri sadece fitne üzerine çalışan İngilizler bize kendi dinimizi, milli değerlerimizi satacak ve parasını kendisine götürecektir. Biz ise dinimizi ve milli değerlerimizi özgürce yaşadığımızı zannedeceğiz. Oysa her geçen gün daha fakir, daha kültürsüz ama daha çok şükür etmeyi öğrenmiş bir millet haline getirileceğiz. Şükürden kastım dinimizin bize emrettiği şükür değil, aksine toplum olarak verdiğimiz emeklerin karşılığını alamamamıza rağmen aldıklarımızla yetinmemizin istenmesidir.

Sömürgecilik orta çağda kalmadı. Günümüzde bu sömürü hala devam etmekte ve en fazla maneviyat üzerinden yapılmaktadır. Zihin kontrolü ve hormon kontrolü ile yapılmakta; kültürel bir değer yeni nesle "eski, bayat", dini bir değer ise "gereksiz, cahilce" olarak kabul ettirilmektedir.
15 Temmuz 2016 tarihinde ülkemize ve milletimize karşı yapılan terör saldırısının arkasında sadece FETÖ’nün olduğuna inanmıyorum. Bu darbe girişiminin ve terör saldırısının nasıl yapılacağını ve ne şekilde gerçekleştirileceğini planlayanların Tapınak Şövalyelerinin kalıntısı olan CIA’ın yaptığından, bu terör saldırısını finanse edenlerin de İngilizler olduğundan yana şüphe duymuyorum. FETÖ’nün kukla olarak göründüğü fakat arkasında CIA ve İngilizlerin olduğu bu terör faaliyetinin başarısız olmasından sonra tekrar piyasaya çıkan PKK ve DAEŞ kaos ortamı yaratma planlarına hala devam etmektedirler. Milletimizin yüksek onuru ve imanını kırabileceklerine inanmıyorum. PKK ve DAEŞ’de bu imanı kıramayacaklarının elbette farkındalar fakat yaptıkları bu terör saldırıları gelecekte yapmayı planladıkları FETÖ’nün darbe girişiminde olduğu gibi daha büyük terör saldırıları için güç toplamak ve toplumuzun algısını değiştirmeye çalışmak içindir. Demem o ki, PKK ve DAEŞ yaptıkları terör saldırılarıyla gelecekte yapmaya kalkışacakları daha büyük saldırılar için zaman kazanıyor, güç topluyor, finans kaynakları bulmaya çalışıyorlar. Bu durum karşısında ülkemizi iç ve dış mihraklara karşı savunma görevini üslenen asker, polis ve istihbaratımızın yüksek teyakkuzda olması gerekmektedir.

40 YILLIK FETÖ YAPILANMASI

FETÖ’nün birkaç yıllık bir yapılanma olmadığını hepimiz biliyoruz. Yaklaşık 40 yıldır bu ülke üzerinde emelleri olanlar ve Çanakkale’yi kaybedenlerin finanse edip planladığı bu örgüt geçmiş günlerin intikamını alabilmek amacıyla kuruldu. Bu gün yaşananları net görebilmek için tarihimizin önemli olaylarına, önemli dönemlerine ve o önemli olaylarda rol alan kişilere iyi bakmalı, iyi analiz etmeliyiz.

Çanakkale’de silahı olmayan ama yüreğinde kocaman imanı olan daha 15’lik yiğitlerle zafer kazandığımızı gören özellikle İngilizler, Türk milletinin imana ve İslam’a ne kadar bağlı olduğunu gördüler ve bunu milletimizin bir hassasiyet noktası olarak kabul ederek ülkemiz üzerindeki yeni emellerini gerçekleştirmede bu hassasiyeti kullandılar. FETÖ denen yapılanma da işte bu mantıkla yaklaşık 40 yıl önce ortaya çıktı. Bu yapılanmanın tek olduğuna inanmıyorum. FETÖ gibi birçok yapılanma yine bizim hassasiyetlerimiz kullanılarak oluşturulmuştur. Milletçe kendi hassasiyet noktalarımızı bilirsek, bu gibi yapılanmaların da masum gibi görünen oyunlarına kanmaz ve yüksek bir irade göstererek yapılanmaya başlamadan ortadan kaldırabiliriz.

TAPINAK ŞÖVALYELERİ VE AMAÇLARI

Birinci Haçlı Seferi’yle ortaya çıkan ve toplamda 9 kişiden oluşan bu şövalyelerin asıl amaçlarının dışına çıkmaları büyüyle uğraşmaya başlamalarıyla olmuştur. Büyü ve karanlık güçlerle uğraşmaya başlamalarıyla kendi dinlerinde de lanetlenen bu şövalyeler gün geçtikçe sayılarını arttırdılar ve ilk yüz yılda yaklaşık 20.000 üyeye sahip oldular. Defalarca Hristiyan mahkemelerinde yargılandılar, idam edildiler, hapse atıldılar. Kudüs’ü koruma görevini üstlenmiş olan ilk ekipleri de Selahaddin Eyyubi tarafından öldürülmüş ve Kudüs, İslam egemenliğine girmiştir.

Bugün “Dünya Savaş Haritası”na bakarsanız Avrupa’da savaş yaşanmamış cephe kalmamıştır. Bu savaşların sebepleri Tapınak Şövalyeleri ile Avrupa Devletleri arasındaki yüzyıllar öncesine dayanan davaların intikamıdır. Avrupa’dan yeterince intikam almış olan Tapınak Şövalyeleri son yüz yıldır İslam beldelerine gözünü dikmiş ve Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü Fethi sırasında yaptıklarının intikamını almaya çalışıyorlar. Bu durumun fehametinin de farkında olmalıyız. Tapınak Şövalyeleri bugün Avrupa’daki birçok devletin yönetim kadrosunda yer alırken, en güçlü şirketlerin de patronluklarını yapmaktadırlar. Ayrıca CIA adı altında fiziki varlıklarına da devam etmektedirler. Dini ve kültürel hiçbir inanç ve hassasiyetleri olmayan bu şövalyelerin bugünkü sayısı milyonlara ulaşmıştır. Üstelik bünyesine sıradan vatandaş olarak adlandırabileceğimiz kimseyi barındırmamaktadır.

TAPINAK ŞÖVALYELERİNİN ÜLKEMİZDEKİ OYUNLARI

En görünür olanının FETÖ olduğu şövalye oyunlarını coğrafyamızın tarihine bakarak daha net görebiliyoruz. Tarihte yaşadıklarımızı dikkatli analiz ederek gelecekte yaşayabileceklerimizi de görebiliriz. Hayal gücümüzü geniş kullanmak ve aklımıza gelen her şeyi hatta imkânsız gibi görünenleri de imkân dâhilinde kabul etmeliyiz. Çünkü bu şövalyelerin en büyük özelliği yapacaklarını kamuoyuna imkânsız gibi göstermek ve değersizleştirmektir. Bunun en belirginini “Artık darbe mi kaldı?” denmesine rağmen bir darbe girişiminde bulunulmasıdır.

Ülkemiz ve ümmetimiz üzerinde oyunları ve emelleri olanların bu oyun ve emellere bir şekilde devam edeceğinden şüphemiz yoktur. Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’in emirlerine uymadığımız zamanda da bu oyunlara düşeceğimizden hiç şüphem yoktur. Yazımın en başında da dediğim gibi bizim artık AB’ye girme amacından vazgeçerek Türk-İslam Birliğini kurma amacında olmalıyız. Velev ki Mukaddes Kitabımız Kur’an-ı Kerim de bize Maide Suresi 51. Ayette şöyle emrediyor: "Ey inananlar! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğruya iletmez." Biz bu emre uyarak kendi milletimiz ve ümmetimiz içinde birleşmeli, ticari faaliyetlerimizi de kendi içimizde yapmalıyız. Aksi halde onların gölge oyunlarına bir şekilde kurban olacağımıza inanıyorum. Ne kadar güçlü bir devlete ve millete sahip olsak da Kur’an-ı Kerim’in emrinden çıkmamız bize refah değil, felaket getirecek; FETÖ gibi örgütlerin içimizde olması devam edecektir.

21.08.2016

Engin DİNÇ

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Darbe Günlüğüm

İnsana “Bu nasıl bir imandır?” sorusunu sordurtan o muhteşem milletin bir mensubu olarak o hain gecenin göbeğinde kendisini bulmuş bir adamın biraz hüzün, biraz kızgınlık ve en çok da onur duygusu dolu yazısıdır bu…

Ankara’dan İstanbul’a doğru saat 16:00’da hareket edeceğim. Daha ilk dakikalardan itibaren eğlenceli bir yolculuk olacağını düşünmeye başlamıştım. Polis, bomba imha ekibi ve sinyal kesici araçla peronlara girmişti. Hayretle olan biteni izliyordum. Şüpheli bir paket fünye ile patlatılacaktı. Beni uğurlamaya gelen nişanlıma “Cam kenarından uzak dur fünye basıncıyla camlar kırılabilir!” dememe kalmadan bir kadının avazıyla irkildik “Ne yapıyorsunuz çantama?” diye bağıran kadının çantasıymış meğer, unutmuş… Şüpheli paket imhası bir anda komedi oyununa döndü, kadın ispatlamaya çalışıyor, polis ikna olmaya çalışıyordu. Tüm bu yaşananlar sadece beş dakika sürdü. Beş dakika gecikmeli olarak İstanbul’a doğru harekete geçtik. Bir numaralı koltukta olmanın güzelliğiyle yolu izleye izleye gidiyordum. Tahminen saat 22:00’da Esenler’de Büyük İstanbul Otogarı’nda olacaktık.

Dudullu’daki yolcularımızı bırakıp tekrar Esenler’e doğru hareket ettik bir süre yol gittik köprü girişine yaklaştığımızda garip hareketlilikler olduğunu sezdik, ilk önce trafik kazası olduğunu düşünüyorduk. Bende trafik kazası mı acaba diye internette gezinirken askerin köprüyü kestiğini öğrendim. İlk bilgiler 11 Eylül’de Amerika’da olduğu gibi bir terör saldırısı ihtimaliydi. Köprü ondan kesilmiştir diye düşündü yolcular ama bana garip gelen ise İstanbul’a giriş yönü kapalı fakat çıkış yönü açıktı. Madem saldırı ihtimali mevcut o zaman iki yön de trafiğe kapatılmalıydı. Hadi diyelim ki bu terör saldırısıydı peki bu şehrin polisi varken askere ne oluyordu? Bu resmen bir darbe eylemiydi ama anlayacaktık, yolculara bir şey diyemedim. Muavini yanıma çağırıp “Bu ciddi bir iş merkezi bir arayıp sorun!” dedim…

Bir süre sonra telefonum çaldı, nişanlım arıyordu. Durumu anlattığımda o da Ankara’da jetlerin havalandığını ve alçak irtifa ile evlerin üzerinde gezindiğini söyledi. Korkmuştu. Telefondan dahi jetlerin seslerini duyuyordum. Nişanlım; “Sürekli patlamalar oluyor, bir şey mi oluyor?” diye korkulu bir sesle bana soruyordu. Durumu bende tam anlamış değildim. Sadece diğer yolcuların duymasını engellemek için elimle ağzımı kapatarak sessizce; “Camlardan uzak durun bu bir darbeye benziyor.” Dedim. Telefonu kapattıktan sonra Hava Kuvvetleri’nde görevli bir yakınımı aradım. Durumdan haberdar olmadığını söyledi. Dakikalar sonra tüm niyetler anlaşılmış, darbe girişimi Başbakan’ın da açıklamasıyla netleşmişti. Karşımızda eli silahlı asker göz göze bekliyorduk. Bir süre sonra köprünün diğer tarafı da trafiğe kapatıldı. Şaşkın bakışlarımız arasında dört tank yan yoldan ters istikamete doğru ilerleyerek önümüze dizildiler.

Telefonum tekrar çaldı. Nişanlım korkulu bir ses tonuyla “Ankara’da çok büyük patlamalar olmaya başladı!” diyordu. Jetlerin sesleri telefona kadar geliyordu. Ankara’da ki evimiz TBMM’ye çok yakındı. Telefonu kapatıp sosyal medyada canlı yayınları takip etmeye başladığımda şaşkınlığım biraz daha arttı. Türk askeri TBMM’yi vuruyor, yolda ki insanlara helikopterler ile ateşler açılıyordu. Bunlar Türk askeriydi! Bu nasıl Türklük bu nasıl askerlik onuruydu?

Güldüm bir an kendi kendime. Bu benim silahların arasında kaldığım kaçıncı olaydı diye… Zaman geçsin diye bazen internete bakıyor bazen kahve içiyordum. O sırada araç radyosundan ilan okunmaya başlandı. TRT Radyo’da darbe yapıldığı açıklanıyordu. Yolculardan isyan edenler, ağlayan kadın ve çocuklara baktım. Fakat sakin olun bu gerçek değil desem de “Nasıl değil okunuyor işte…” yakınmaları geliyordu. Oysa ben haber almıştım üç-beş askerin zorlamasıyla bu ilan yapılıyordu. Tamamen hür iradeli bir haber ve bildiri değildi.

İnsanlar hem korkuyor hem de beklemekten acıkanlar, tuvaleti gelenler sabırsızlanıyorlardı. Asker ise kılımızı kıpırdatmamıza izin vermiyordu. Bende aynı durumdaydım. Biraz zaman geçer ümidiyle bir şeyler okumaya başladım. Gözüme Saff Suresi 13. Ayet takıldı. Onu görünce parmağımdaki yüzüğüme baktım, tebessüm ettim. Bu iş gece 03:00’da bitecek dedim içimden…

Aynı şeyi Facebook profilime de yazdım. “Saat 03:00'a kadar tüm darbe girişimi yapanlar kışlalarına dönecekler. Sabaha da cezalar verilmeye başlanacak... Bu darbe girişimi böyle biter! Halk kazanacak!”

Beklemek çok uzayınca artık araçlardan inen insanlar askerlerin yanına doğru yürümeye başladılar. Askerler silah doğrultarak “Can güvenliğiniz için uzaklaşın, bu bir sıkıyönetimdir.” Diyorlardı. Benim askerim bana “Can Güvenliğin” için ve “Sıkıyönetim” kelimelerini kullanıyordu. İnsanlar önce sakince konuşarak ikna yöntemini denediler. “Komutanım…” kelimesiyle cümleye giren vatandaş; “Açın yolumuzu çoluk çocuk aç perişan olduk!” diyordu. Fitil ateşlenmişti, patlaması uzun sürmedi. Halka silahı çevirip namluya mermiyi süren askerler bunu yaptıklarına pişman olacaklardı. Bir kısmı tankların içine gidip saklanmaya başladılar. Bir kısmı sorunun fehametini çabuk sezdi ve emniyet güçlerine silahlarıyla birlikte teslim oldular. O teslim olan erlerden bir tanesi dahi tek tokat yemedi.

Saat 01:00’da geldiğinde köprü girişinden karşı şeride geçmeyi başaran araç hızla Dudullu tesislerine dönme kararı aldı. Köprü iyice karışmış, insanlar tanklarla ezilmiş, ambulanslar aranıyor, sağlıkçılar aranıyordu. Can çekişerek ölen insanlar, ilk anda tank paletleri altında parçalanmış bedenler ve onların çığlık çığlığa ağlayan eşlerini görmek o kadar ızdırap vericiydi ki sonraki günde dövülen asker haberleri beni hiç üzmedi. Kanunsuz emir dinlenmemeliydi. Evet, ben vicdanlı bir adamım ama o an vicdandan eser kalmıyor, korkudan da… Çatır çatır kurşun sıkan askerin karşısında “O mermin bitecek, vur vur göğsüme sık!” diyen insanların cesaretleri tamamen delilikti. Mikron korku hissetmiyorduk!

Dudullu’ya vardığımda gözlerimin önünden gitmeyen görüntüler bir yandan, benim yolda olduğumu öğrenen arkadaşların aramalarıyla susmayan telefon bir yandan yormuştu beni… Hemen motosiklet ile olduğum yerden alındım. Kalanlar ne yaptılar bilmiyorum ama hiçbir araç yoktu. Servis, taksi hiçbir şey…

Gecenin geç saatine kadar uyuyamadım. Cuntacıların sosyal medya timi çoktan iş başına geçmiş eski trafik kazası görüntülerini, PKK’nın sosyal medya hesaplarındaki eski paylaşımlarını alıp bir güzel montajlayıp halka servise başlamışlardı bile…

Meydanda kanlarını dökenlerin, canlarını verenlerin evde bıraktıklarını kandırmaya çalışanlara, çocukla babayı düşman etmeye çalışanlara izin vermemek gerekiyordu. Tüm bilişim bilgimi bu yönde kullanmaya karar verdim. Ulaştığım tüm kaynakların orijinallerini paylaştım, paylaşılmasını sağladım. Darbeyi öven kişileri tespit edip ekran görüntüsü ve bağlantı adresiyle birlikte gerekli birimlere ilettim. Tekrar da yaparım. Ülkemizi her yerden bölmeye çalışanlara izin verecek değiliz.

Ortalık durulduktan sonra sosyal medya üzerinden halkı galeyana getirmeye çalışanların teker teker tespit edilerek haklarında vatana ihanet başta olmak üzere birçok konuda dava açılmalıdır. Tabiri caizse sürün sürün süründürülmeliler.

Bu vatan hepimizin yarın da bugün bize dost görünenler bu ve benzeri kalkınmalara girişenlerse en doğru cevabı vermemiz lazımdır. M. K. ATATÜRK’ün “Gençliğe Hitabesi”nde söylediği gibi “İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin!”… İşte bugün sokaklardaki binlerce vatansever sonlarını hiç düşünmediler… Asıl demokrasi sevdalıları sokaklarda iken kendilerini Kemalist ve demokrat olarak tanıtanların çoğu ise darbe girişimine tiyatro diyerek hala hainleri destekliyorlar… Onlar için yazıklar olsun demekten başka bir şey gelmiyor elimden…

Şehitlerimizin mekânları cennet olsun. Allah (c.c.) yar ve yardımcımız olsun inşAllah…

16.07.2016

Engin DİNÇ

24 Haziran 2016 Cuma

İçimizi Boşaltıyorlar

Sevgili kalpdaşlarım, sosyal medyayı sürekli takip eden birisiyim. Son günlerde sosyal medyada bazı sayfa ve gruplar kurarak örgütlenen ya da örgütlenmiş gibi görünen kimi kişiler, sadeleştirilmiş din adı altında mukaddes dinimizin içini boşaltma, insanların akıllarını bulandırma çabaları içine düştüğünü görüyorum. Bu kişiler kurdukları sayfalar ile Peygamberi yok, hadisleri yalan, ilmi, fıkhı gereksiz sayarak sadece Kur’an-ı Kerim ile her şeyin tamam olduğundan bahsederek akılları bulandırıyorlar. Evet, Kur’an-ı Kerim eksiksiz, her şeyi içinde bulabileceğimiz derecede tamamlanmış ve Yüce Yaratıcımız Allah-u Teâlâ’nın indirmiş ve iman etmemizi emretmiş olduğu son mukaddes kitabımızdır. Bundan şüphe duymak bizi din çerçevesi dışına iter. Yalnız bir ayrıma da ihtiyacımız var ki Kur’an-ı Kerim’e ne kadar bağlı isek, O mukaddes kitabı bize öğreten Hazreti Muhammed Sallallahû Aleyhi ve Sellem’e de o kadar bağlı olmalıyız. İlmi yok sayan bu kişiler; bilmiyorlar ki Kur’an-ı Kerim tek başına bir ilim kitabıdır. Tüm pozitif bilimleri bünyesinde barındırır…

Resulullah Efendimiz Sallallahû Aleyhi ve Sellem’i sevenleri O’na tapınıyor diyerek dinsizlikle suçlayan bu kişilere güzel bir cevap vermenin vacip olduğunu düşünüyorum.

Resulullah Efendimiz Sallallahû Aleyhi ve Sellem bize öğretici, öğretmen ve örnektir. Biz Müslümanlar İslamiyetin tam olarak nasıl yaşanılması gerektiğini Hazreti Muhammed Sallallahû Aleyhi ve Sellem’den öğrendik ve O’ndan öğrendiklerimizi tatbik ederek Mukaddes dinimiz İslam’ı bir buçuk asırdır hayatta tutuyoruz ve Yüce Allah Celle Celaluhû da izin verdikçe ayakta tutacağız. Peygamber Efendimiz Sallallahû Aleyhi ve Sellem’in bizlere örnek olarak görevlendirildiği mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır: “Andolsun, Allah'ın Resûlünde sizin için; Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab Suresi 21. Ayet – Diyanet İşleri Başkanlığı Meali) Görüldüğü üzere Resulullah Efendimiz Sallallahû Aleyhi ve Sellem’in bizler için bir örnek teşkil ettiğini ve O’nun yolunda gidilmesi gerektiğini bu dini arındırmaya çalışanların tek kaynak olarak kabul ettikleri ve bizimde ilelebet kabul ettiğimiz hakiki kaynak olan Kur’an-ı Kerim emrediyor. Onlar Kur’an-ı Kerim okumakta samimi olsalardı bu ayeti ve bunun gibi onlarca ayeti kerimeyi yok saymazlardı. Allah-u Teâlâ Celle Celaluhû mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz Sallallahû Aleyhi ve Sellem’e itaat etmemizi bize şu ayeti kerimesiyle de emrediyor: “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin ve sizden olan ulu'l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resûlüne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa Suresi 4. Ayet – Diyanet İşleri Başkanlığı Meali)

Allah-u Teâlâ Celle Cellaluhû’nun Kelam-ı Kadim olan kitabımız Kur’an-ı Kerim’inden daha onlarca delil gösterebilirim fakat bu konuyu uzatmak olur, maksadım bu sayfaları ve bu grupları kuranların aslında kimlerden oluştuğunu ifşa etmektir.

Sevgili kalpdaşlarım, bakınız ülkemizin son günlerde gerek ekonomik, gerek askeri yükselişi ve Türk ırkının güçlü yapısı yüzyıllardır kıskanılan ve çelme takılmaya çalışılan bir özelliktir. Bu sebepten dolayı Çanakkale’de kan döken zihniyet oradaki mağlubiyetlerini toptan, tüfekten değil bu milletin yüreğindeki imandan aldıklarının farkına vardıkları günden itibaren bu milleti özünden ve dininden uzaklaştırmak için azami gayret sarf etmekte, bu iş için milyonlarca dolar harcamakta, bu yolca can alıp can vermektedirler. Bu yükselişe bir dur demek isteyen Selahattin Eyyubi’nin, kellelerini vurup Kudüs’ü ellerinden aldığı Tapınak Şövalyeleri bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin bünyesinde Central Intelligence Agency (CIA) olarak varlıklarına devam etmektedirler. Bunların yeni kurgularından bir tanesi de ülke içinden birkaç ilahiyatçıyı satın alarak istedikleri yönde fetva vermelerini sağlamak ve o ilahiyatçılara inanan cahil kimseleri kendi istedikleri gibi yönetmektir. Bu kurgularını da kısmen başarmışlardır ki bugün sosyal medyada bu tarz gruplar ve sayfalar ortaya çıkmıştır. Sadece bu yöntemle değil özellikle çocukların zihinlerini kontrol etmek amacıyla tablet oyunları, bilgisayar oyunları geliştirerek bu oyunları ücretsiz dağıtarak da yapıyorlar. Bu oyunlar için ne kadar mühendislik, stüdyo ve benzeri masraflar yapıldığını tahmin edersiniz fakat buna rağmen ücretsiz dağıtılması sizi de şüphelendirmiyor mu? Bu oyunlar sayesinde çocuklar hatta gençler ve git gide tüm insanlık birer tablet bilgisayar ve akıllı telefon bağımlısı haline getirildi. Ülkemizde yayınlanan oyunların da arka planına yerleştirilen görsel ve sesler ile bilinçaltı (Subliminal) mesajları verilerek çocuklarımızın alt belleklerine sapıklık, seks, dinsizlik, inancın gereksiz olduğu, kültürün gereksiz olduğu, anne-babayla seks yapılmasının normal olduğu gibi telkinler verilmektedir. Bu durum 10-15 yıl sonra karşımıza; çocuğumuzun tecavüz suçu işlemesi, ateist ya da deist olması, ayıp anlayışının olmaması gibi sonuçları getirebilir.

Ülkemiz üzerinde oynanan bu ve benzeri oyunlara karşı uyanık olmalı, çocuklarımızı itikatlı ve iman çerçevesi içinde Kur’an-ı Kerim’e ve Resulullah Sallallahû Aleyhi ve Sellem’e itaat eden çocuklar olarak yetiştirmeliyiz. Biz zaten böyleydik, bir şekilde yok edilmeye başlandık, dirilmeliyiz!

Bu diriliş hareketi için ülkemizin en üst kademesinde görev yapan mülki ve idari amirlere de büyük sorumluluklar düşmektedir. Eğer diriliş hareketlerine desteklerinde tam ve samimi iseler; televizyon kanallarında çıkarak çıplak kadınlarla dans edip sonra da fetva veren, sosyal medya ajansları sayesinde milyonlarca kişiye yalan haber ve yalan fetva yayan kişilere en kısa zamanda dur demelilerdir! Bu kişilerin ekonomik kaynaklarını kesmeli hatta bu kişilerin en ağır cezalarla yargılanmasını sağlamalılardır.

Engin DİNÇ

24.06.2016

28 Ekim 2015 Çarşamba

Zabıt katibinden tasavvufi kişisel gelişim kitabı

Zabıt Kâtibi Engin DİNÇ, yıllarca kendi bloğunda yazdığı makalelerini bir araya getirerek ortaya bir tasavvufi kişisel gelişim kitabı çıkardı.

İstanbul da Zabıt Kâtibi olarak görev yapan Engin Dinç, mesai saatleri dışındaki zamanını büyük İslam âlimlerinin kitaplarını okumakla geçiriyordu. Okuduğu eserlerde gördü ki asırlar öncesinden kaleme alınmış olan tasavvuf kitaplarında aslında günümüzün sorunlarına değinilmiş. O da bundan hareketle yola çıkarak kişisel gelişim kitaplarına farklı bir bakış açısı getirerek dini ve tasavvufi yöntemlerle kişisel gelişimin sağlanmasını amaçlayan Hiç (AŞK’ın Tarifi) isimli kitabı kaleme aldı.

“Bu kitap ile aslında biz kim olduğumuzu yani HEP olan Allah (c.c.) karşısında bir HİÇ olduğumuzu anlıyoruz.” Diyen yazar kitabının devamını getirmekte kararlı. Sadece tasavvuf ile ilgilenmekle kalmayan yazan aynı zamanda bilişim teknolojileri ile yakında ilgili. Dijital Gelecek Hareketi Platformunun da İstanbul temsilcisi olan Engin Dinç tasavvuf hakkındaki sözlerine şöyle devam etti. “Tasavvuf denildiği zaman insanlar bilimden uzak kendini bir odaya kilitleyip hayattan soyutlayan, düşünmeyen, ilim ve irfanla uğraşmayan kişisel akla gelse de öyle değil. Büyük İslam âlimlerinin yazdıklarını okuduğunuz zaman aslında ne kadar köklü bir bilime de sahip olduğumuzu görüyoruz.” Dedi.

Engin Dinç, Yakın Plan Yayınları’ndan çıkan Hiç (AŞK’ın Tarifi) isimli kitabını 34. TÜYAP Uluslararası Kitap Fuarı’nda da okurları için imzalayacak.

Kitabın Tanıtım bülteni

Siz HİÇ âşık oldunuz mu?
O’nun için ağlamak bile sevimlidir. Kalbiniz ağrır, nefesiniz kesilir, düşüp bayılırsınız yine de sevimlidir. Herkes size böyle yapmamanız gerektiğini, abarttığınızı söyler siz ise; Az bile! Dersiniz. Düşer yollara ararsınız, yürür dağlara çıkarsınız, çöllerde yanarsınız yine de sevimlidir. Size Boş ver derler, Dünya dönüyor, hayat sürüyor derler. Siz; Hayy’dan geldim, Hû’ya gideyim dersiniz.
İşte böyle başlar AŞK

6 Haziran 2015 Cumartesi

Hiç - AŞK'ın Tarifi Çıktı!

Siz HİÇ âşık oldunuz mu?
O’nun için ağlamak bile sevimlidir. Kalbiniz ağrır, nefesiniz kesilir, düşüp bayılırsınız yine de sevimlidir. Herkes size böyle yapmamanız gerektiğini, abarttığınızı söyler siz ise; “Az bile!” dersiniz.
Düşer yollara ararsınız, yürür dağlara çıkarsınız, çöllerde yanarsınız yine de sevimlidir. Size “Boş ver” derler, “Dünya dönüyor, hayat sürüyor” derler. Siz; “Hayy’dan geldim, Hû’ya gideyim” dersiniz.
İşte böyle başlar AŞK…
www.hickitap.com

17 Haziran 2014 Salı

Cezada caydırıcılık olmaz

Son zamanlarda çocuklara yapılan saldırılar idam cezasını gündeme getirmiştir. Gelin görün ki Avrupa Birliği ile yapılan Temel Haklar Sözleşmesi’nin 2. Maddesi’nde şu ifadelere yer verilir:

A- Herkes yaşama hakkına sahiptir.

B- AB genelinde kimse idama mahkûm edilemez.

İşte bu sözleşme gereği kaldırılan idam cezasının ülkemizde geri gelmesi pek mümkün değildir. İdam cezasını ülkemizde hak eden suçluların olup olmadığı hususta elbet herkes kadar fikir sahibiyim fakat bu makalede bunu konu almıyorum.

Dünyada idam cezasını en çok uygulayan ülkeden üçüncü dünya ülkeleri olarak anılan ülkeler ve Asya ülkeleridir. Bu ülkelerin çok büyük bir çoğunluğu da İslami yönetim biçimiyle yönetilen devletlerdir. İleri medeniyete sahip Avrupa (?) ise idam cezasını yasaklamıştır. Her ne kadar yasaklamış desek de uygulandığı haller vardır ki yine bu konumuz dâhilinde değildir.

Herkesin dillerine pelesenk ettiği bir söz vardır: “Cezalar caydırıcı olmalıdır?” Bu söz benim detayını çok merak ettiğim bir sözdür. Hep kendime şöyle sorarım: “Hangi ceza nasıl caydırılabilir?”

Trafik kurallarına uymayan bir şoföre verilecek para cezası, ehliyetine el konulması ya da trafikten men cezası, arabasını kullanamaması nedeniyle onu daha dikkatli olmaya yöneltebilir. Bu tür suçların çoğu kırmızı ışıktan geçme gibi dikkatsizlik ya da yakalanmam nasılsa gibi kasti ama küçük suçlardır. Pekâlâ ya büyük suçların caydırıcılığı nasıl olacaktır?

İdam cezası bulunan bir ülkede; hırsızlık yapmış bir adamın eli şehrin en geniş meydanında halkın katılımıyla kesilerek cezası ifa edilir. Fakat o sırada başka bir yan kesici izleyicilerin arasına girmiş başka birisinin cüzdanını çekmeye çalışmaktadır. Bu durum idam cezası başta olmak üzere bir cezanın caydırıcı olmayacağını gösteriyor. Demem o ki bir ceza caydırıcı olsun diyerek verilmemelidir. Eğer bir şahsı yaptığı bir davranıştan uzaklaştırmak istiyorsak o kimsenin cezalandırılmaya değil, rehabilite edilmeye ihtiyacı vardır.

Cezalar caydırmak için değil, kısas içindir…

Ülkeler, devletler kişiler arasındaki sorunlara çözüm bulmak için Adalet Bakanlığı adını verdikleri tüzel kişilikler kurarak, devletin yasalarını bu kurumlar ve bu kurumlarda görev alan hukukçular aracılığıyla uygulamaktadırlar. Gelin görün ki devlet adaleti tam anlamıyla sağlayamaz ise bu onun gücünün zayıfladığının göstergesidir. Şöyle ki; devlet, mazlum olan kişinin hakkını zalim olan kişiden alırken hem eşit davranmalı hem de mazlumun zararı ne ise ona kısas olarak almalıdır. Zaten mantıkta bunu kabul etmektedir. Eğer bir kimsenin zararı ne ise zararını karşılayacak olan da eşdeğer olandır. Devlet de eşit davranabilmek için mazlumun hakkının tamamını zalim olandan alarak mazluma iade etmelidir. Bu gerektiğinde cezanın özgürlükten men etme (hapis) şeklinde, gerektiğinde de yaşam hakkından men etme (idam) şeklinde olmalıdır.

Bunu bir örnekle açıklayalım: Herkesin olduğu gibi en sevdiğiniz kimseyi düşünün… Güzeller güzeli kızınız, bir taneniz eşiniz, sevimli yeğeniniz… İş toplantısı yapmak üzere hafta sonu il dışına gidiyorsunuz. Evde güzeller güzeli eşiniz ve sevimli cadı kızınız yalnız kaldılar. Siz il dışına gittiğinizde sapık birkaç adam bir gece yarısı evinizin kapısına dayanır, zorla eve girerler. Evde çığlık çığlığa bağıran eşinizin sesini kimseler duymaz. Gözünüzden sakındığınız karınıza tecavüz edilir. Yetmemiş gibi sadece karınıza değil, daha 5-6 yaşlarındaki pamuk kızınıza da tecavüz edilir. Onlar ne kadar bağırsalar da kimseler duymaz, onları kurtaramaz. Bu sapık adamlar karınıza ve bebeğinize tecavüz etmekle kalmayarak bir de çok bağırıyor diye sesini kesmek istedikleri eşinizi boğarak öldürürler. İşiniz bittiğinde hafta sonu evinize döndüğünüzde manzara felakettir. Evin içi kan içinde, karınız çırılçıplak, boğazı sıkılmış mosmor, bebeğiniz de kan içindedir.

Bu olaydan sonra suçlular yakalanır. Şimdi siz bu adamlara ne ceza vermek istersiniz? Müebbet hapis mi? Birkaç defa müebbet hapis mi? Yoksa kör testere ile kemiklerine kadar kesmeyi mi? Evet son şık daha cazip geldi değil mi? Oysa okuduğunuz yazıdaki olay gerçek değil sadece bir hikâye iken bu kadar etkilendiniz. Ya gerçek olsa?

Demek istediğim şudur ki; başta idam cezası olmak üzere cezalar caydırıcı olması için değil, kısas olması içindir. Bunu da devletin kanunları üzerinde hüküm sahibi hukukçuların eliyle devlet tarafından yapılmalıdır. Eğer devlet bu kısası yapmaz ise mazlum olan zaten kendisi yapar. Kişi bunu kendisi yapmaya başladığında da devletin gücü yok olmuş demektir…

17/06/2014

Engin DİNÇ

7 Ocak 2014 Salı

Hazreti Adem'in (a.s.) Dili

İnsanlar arasında yanlış bilinen bir şeyde ilk insanların konuşma bilmemesidir. Oysa ilk insan Hazreti Âdem (a.s.)'dir. Hazreti Âdem’in (a.s.) dili hakkında Kur'an-ı Kerim de şöyle buyrulmuştur: "Ve Âdem'e bütün isimleri öğretti. Müteakiben önce onları meleklere göstererek: "İddianızda tutarlı iseniz haydi Bana şunları isimleriyle bir bildirin bakalım!" dedi. "Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin" dediler. Allah: "Âdem! Eşyanın isimlerini onlara sen bildir" dedi. O da isimleriyle onları bildirince Allah buyurdu: "Ben size demedim mi ki göklerin ve yerin sırlarını Ben bilirim." Ve Ben sizin gizli açık yapmakta olduğunuz her şeyi de bilirim.""[1]

“Büyük pişmanlık duyan Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler öğrenip onlara göre hareket etti. Rabbine yalvardı. Allah da tövbesini kabul etti. Zaten O tövbeyi kabul eder, merhameti boldur.”[2]

“İnsanı yarattı, ona konuşmayı öğretti.”[3]

Bilim adamı Noam Chomsky’nin dil hakkındaki açıklamaları ise 1950’li yıllarda bomba etkisi yaptı. Chomsky’e göre insan bireylerinin zekâ düzeyleri ne olursa olsun, bir dili kullanmayı becermek gibi olağanüstü karmaşık ve zor bir işi, bu konuda önceden düzenlenmiş bir öğretim görmeksizin, bebeklik yaşlarında ve bunca kısa zamanda becermeleri, sadece dilin sonradan öğrenilmesiyle açıklanamaz.

Evet, Noam Chomsky’nin bu fikrine tam olarak katılıyorum. Bu durum Allah’ın (c.c.) ilahi kudretinin de bir tecellisidir. Daha zihnen gelişimini tamamlayamayan bir bebeğin de bir dili öğrenerek konuşmaya başlaması Kur’an-ı Kerim’de ilk insana dilin öğretildiğinin ve onun soyundan gelen diğer insanlara da ona öğretildiği gibi öğretileceğinin kanıtıdır.

300.000 yıl önceki insan iskeletleri üzerinde yapılan araştırmalar, insan gırtlağının, ses birimlerini çıkarmaya elverişli hale geldiğini gösteriyor. Pinker’a göre, Avrupa’da yaşayan insanlar en az 50.000 yıl önce akıcı dil kullanmaya başladı.

Yine birçok âlim Hazreti Âdem’in (a.s.) bildiği dilin tüm dünyanın diliyle ortak olduğudur. Hala günümüzde kullanıldığıdır. Yapılan bir bilimsel araştırma ile yıllarca kimseyle konuşmadan büyüyen bir çocuğun Arapça konuşabildiği tespit edilmiştir. Bu da demek oluyor ki; ilahi manada kabul gören dil Arapça'dır ve ilk insanın da Arapça biliyor olması muhtemeldir.

Fakat bu kesinlik sahibi olunamayan bir bilgidir. Eğer ilk dil Arapça ise bu güne kadar nasıl bu kadar farklılaştı? Sorusuna cevap da aramak gerekmektedir. Ayrıca bundan 50.000 yıllık iletişim araçlarına bakıldığında insanların birbiri ile haberleşmek için mağara duvarlarına resimler çizdikleri görülmektedir. Aslında o resimler bu şekilde yorumlanmış ve insanların birbirleri ile iletişim aracı olarak düşünülmüştür. Oysa o insanlar birbiri ile konuşabilmektedirler. Çünkü konuşma genlerden gelmiş ve ilahi kudret tarafından ilk insana doğuştan verilmiş bir özelliktir. Yani insanları diğer canlılardan ayıran en önemli özellik düşünmek olduğu gibi konuşmak da buna dâhildir.

Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü araştırmacıları, insanda konuşma işlevini üstlenen genin, 100.000-200.000 yıl önce mutasyona uğramasıyla, dilsel becerilerin önünün açılmış olabileceği kanısındadır.

Farklı dillerin ortaya çıkması hakkında âlimlerin şöyle görüşleri de mevcuttur; ilk insan Hazreti Âdem’in (a.s.) konuştuğu dil şuan konuşulan binlerce dilin bir araya gelmesinden oluşmuş ya da şuan konuşulan diller ilk konuşulan dilden parçalardır. Yani Türkçe de bir meyveye elma demek ile İngilizce de Apple demek arasında bir fark yoktur. Hazreti Âdem (a.s.) hangi dilde söylenirse söylensin anlayabilmekteydi. Mehmet Kaplan bu konuya şöyle yaklaşır: "Kelimeler hakikatin ta kendisi değildir. Biz güçlü bir refleksle kelimenin, eşyaya tıpatıp tekabül ettiğini sanır ve aldanırız. Dile inanan adam daima aldanır. Çünkü hakikat dilde değil, dilin delalet ettiği varlıktadır."[4]

06/01/2013
Engin DİNÇ



[1] Kur’an-ı Kerim – Bakara Suresi, 31-32-33. ayetler
[2] Kur’an-ı Kerim – Bakara Suresi, 37. ayet
[3] Kur’an-ı Kerim – Rahman Suresi 3-4. ayetler
[4] Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Sayfa:16

5 Ocak 2014 Pazar

Hazreti İdris (a.s.) ve Kavmi

Hazreti İdris (a.s.) asıl adı Ahnuh (Hanuh)’tur. Babasının adı Yerd annesinin adı Berre veya Esvet’tir. Seceresi şöyledir: Hazreti İdris (a.s) - Yerd - Mehlail - Kinan - Enus – Hazreti Sit (a.s) – Hazreti Âdem (a.s). Irk arasında yaşamış olan Yerd, Mehlail, Kinan ve Enus’a peygamberlik verilmesi hakkında bir bilgi bulunmamaktadır. Hazreti Cebrail (a.s.) kendisine 4 defa vahiy getirmiş ve Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını bildirmiştir. Kendisi de büyük dedesi olan Hazreti Âdem’in (a.s.) diğer oğlu Kabil’in soyundan gelen millet olan Kabiloğulları’na peygamber olarak gönderilmiş ve onları imana davet etmiştir. Bu davetin 105 ile 120 yıl sürdüğü rivayettir.

Hazreti Âdem (a.s.) ve Hazreti Havva (a.s.) dünyaya geldikten sonra hayırlı bir evlat dilediler. Bunun üzerine Hazreti Havva (a.s.) Kabil’e (Kayin) hamile kaldı. Çocuk dünyaya geldikten sonra onun varlığını Allah’a (c.c.) ortak koştular. Fakat daha sonra tövbe ettiler ve ikinci çocukları Abil (Evel) dünyaya geldi. Bu durum Kelam-ı Kadim olan Kur’an-ı Kerim de ve Tevrat’da şöyle anlatılmaktadır.

“O'dur ki sizi bir tek candan yarattı ve bundan da, gönlü kendisine ısınsın diye eşini inşa etti. Erkek eşini sarıp bürüdü, o da hafif bir yük yüklendi, hamile kaldı. Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca her ikisi de Rab'leri olan Allah'a yönelip "Eğer bize sağlıklı, kusursuz bir evlat verirsen mutlaka Sana şükreden kullarından oluruz" diye yalvardılar. Fakat Allah kendilerine kusursuz bir çocuk verince, annesi de babası da ölçüyü kaçırıp verdiği çocuk sebebiyle şirke bulaştılar. Tuttular, Allah'a birtakım şerikler yakıştırdılar. Hâlbuki Allah onların yakıştırdıkları her türlü ortaktan münezzehtir.”[1]

“Âdem eşi Havva'yı bildi. (Havva) hamile kaldı ve Kayin'i doğurdu ve "Tanrı ile birlikte bir insan edindim." dedi. Bir doğum daha yaptı; (Kayin'in) kardeşi Evel'i (doğurdu). Evel davar çobanı oldu; Kayin ise toprak işçisiydi.”[2]

İşte buradaki şirk sözü “Tanrı ile birlikte bir insan edindim.” Demesi idir ki Allah (c.c.) hiçbir insan ile yan yana değildir. Bu şirke girmektir. Daha sonra Kabil kardeşi Abil’e karşı kıskançlık hissetmiş ve onu öldürmüştür. Bu öldürme ile lanetlenmiştir ki bu olayda Tevrat’ta şöyle anlatılmaktadır.

“Tanrı; "Ne yaptın?" dedi. "Kardeşinin kanının sesi, topraktan bana doğru haykırıyor." "Şimdi sen, kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açan topraktan daha da lanetlisin." "Toprağı işlediğin zaman, artık sana kuvvetini vermeyecek. Dünyada göçebe ve yalnız olacaksın." Kayin, Tanrı'nın huzurundan ayrıldı. Eden'in doğusundaki Nod ülkesinde yerleşti.”[3] Nod ülkesi; İbranice de göçebelik, bulunduğun yerden ayrılmak, göç edilen yeni yer manalarına gelir. Bunun üzerine Kabil bulunduğu yerden ayrılmıştır.

Hazreti Âdem’in (a.s.) oğlu kabil(kayin), diğer oğlu abil(evel)'i öldürdükten sonra babası Hazreti Âdem (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Git! Artık, sen, hiç bir zaman korkutulmaktan uzak kalmayacak, gördüğün hiç bir kimseden de, güvenlikte ve selamette olmayacaksın!" İşte bunun üzerine Kabil; kendisiyle birlikte doğan kızın elinden tutarak Nevz dağından inip Yemen topraklarından Aden'e gitti. Burada nesli çoğaldı. Kabil neslinden gelen millete Kabiloğulları adı verildi. Hazreti İdris (a.s.) da o millete gönderildi ve şöyle uyarılar yaptı: "Ateşe tapmayınız, şarap içmeyiniz, zina etmeyiniz!" Fakat onlar bu uyarılara uymadılar. Bunun üzerine İdris (a.s.) kavme Hazreti Şit'e (a.s.) inen vahiyleri söyledi ve halkı o hükümlerle uyardı ki o hükümlerin tamamı Kur'an-ı Kerim'de verilen emir ve hükümlerdir. Allah'a (c.c.) iman, haramlardan sakınmak, zinayı yasaklamaktır. Bu durum Hazreti Nuh'a (a.s.) kadar böyle devam etti ve iman etmeyen o milletin sonu Nuh Tufanı adı verilen tufanla anıldı.

Bugün bilimsel manada; 12.000 yıl önce meydana gelen Nuh Tufanı öncesi var olan Mu, Atlantis ve Lemurya kıtaları hakkında bilgiler mevcuttur.

Hazreti Şit (a.s.), Hazreti Âdem’in oğlu (a.s.) ve Hazreti İdris de (a.s.) Hazreti Şit’in (a.s.) torunudur. Hazreti İdris (a.s.) Kabiloğulları’nın sapkın yaşantılar içerisinde olmasından dolayı onlara peygamber olarak gönderilmiştir. Öyle ki bu durumun ilk farkında olan Hazreti Âdem (a.s.) oğlu Hazreti Şit’in (a.s.) kavmine, Kabil’in kavminden birisiyle evlilik yapmayı yasak etmiştir. Kabiloğulları içkiye ve zinaya düşkün, Allah’a (c.c.) iman etmemiş ve gönderilen peygamberlere itaat etmemişlerdir. Oysa Hazreti Şit (a.s.) babası Hazreti Âdem’den (a.s.) aldığı peygamberlik vasfı ile ırkını ve ailesini iman çerçevesinde tutmuş, onun ırkı devam etmiştir. Günümüz insanlığı da Hazreti Şit’in (a.s.) soyundan devam etmektedir. Çünkü Kabiloğulları Nuh Tufanı sonrası helak olmuştur.

Hazreti İdris’e (a.s.) de her peygamberde olduğu gibi bazı mucizeler verilmiştir. Bunlar; bir ağaçta kaç yaprağın olduğunu bilmesi, bulutlara çekilmesi için emir verebilmesi, gaipten haber vererek kendisinden sonra kimlere peygamberlik vasfının verileceğini haber vermesidir. Kimlerin peygamber olacağını bildirirken eğer kendilerine iman etmezlerse kendisinden sonra vuku bulacak olan Nuh Tufanını da haber vermiştir. Hazreti İdris (a.s.) tam 72 dili konuşabilir ve her kavmi kendi dili ile iman etmeye davet ederdi. (Bu ilahi mesajdan yola çıkılarak şöyle düşünülebilir ki ilahi mesajları alabilmek için illa da kitabın indirildiği dili öğrenmek değil, tercümesiyle manasını anlamak ve o mana doğrultusunda iman etmek önemlidir.) Kendisi 100 tane şehir kurmuş, insanlara fen, matematik ilimlerini öğretmiş ve terzilik yapmıştır. Ve nihayet kavmi üzerindeki görevi sonra ermiş Aşure Gününde göğe kaldırılmıştır.

Hazreti İdris (a.s.) hakkındaki bazı ayet ve hadisler şöyledir:
“Kitapta İdris'i de an. Gerçekten o da doğruluğun timsali biri idi, bir nebi idi. Biz onu üstün bir makama yücelttik. İşte bunlar, Allah'ın nimetine mazhar olmuş olan bu zatlar, Âdem neslinden, Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın evlatlarından, İbrahim ve İsrail’in nesillerinden ve hidayete erdirip seçtiğimiz kimselerdendir. Onlar Rahman'ın ayetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı. Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zayi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.”[4]

“İsmail’i, İdris’i, Zülkifl'i de an. Onların hepsi sabır fazileti ile bezenmişlerdi. Bundan ötürü onları rahmetimize aldık. Gerçekten onlar salih ve erdemli kişilerdi.”[5]

Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) de bir hadis-i şerifinde: “Ben (Miraç gecesinde) dördüncü kat semada (gökte) İdris(a.s.) ile karsılaştım. Cebrail (a.s.) bana: "Bu gördüğün İdris'tir. Ona selam ver." dedi. Ben de ona selam verdim. O da benim selamıma cevap verdi. Sonra bana: "Merhaba salih kardeş, salih peygamber." dedi” buyurmuştur.[6]

05/01/2014
Engin DİNÇ



[1] Kur’an-ı Kerim, Araf Suresi, 189-190. ayetler
[2] Tevrat, Bereşit(Tekvin) Suresi, 4/1-2. ayetler
[3] Tevrat, Bereşit(Tekvin) Suresi, 4/10-12,16. ayetler
[4] Kur’an-ı Kerim, Meryem Suresi, 56-57-58-59. ayetler
[5] Kur’an-ı Kerim, Enbiya Suresi, 85-86. ayetler
[6] Hadis-i Şerif, Kaynak: Buhari, Müslim