19 Haziran 2017 Pazartesi
10 Aralık 2016 Cumartesi
Aşk-ı Sani Çıkıyor
Büyük Selçuklu Devleti’nin manevi
sultanı Abdülkâdir-i Geylânî’nin hayatının konu alındığı, binlerce okurun
merakla beklediği kitap piyasaya çıkıyor.
Araştırmacı-yazar
Engin Dinç yeni kitabında Büyük Selçuklu Devletinin son dönemlerini, Bağdat’ı,
o dönemde yaşamış Bağdat’ın önde gelen ilim adamlarını ve kadiri tarikatının kurucusu
olan Abdülkâdir-i Geylânî’nin hayatını konu alıyor.
Önceki
eserlerinde İslami ilimleri kişisel gelişim gözüyle değerlendiren yazar bu
kitabıyla da İslamiyet’e büyük yararı olmuş ilim insanlarının yaşantılarını,
dönemin sosyolojik ve kültürel yapısını o günkü dokuyla ele alıyor ve okuyucuyu
o döneme bir yolculuğa çıkarıyor.
Aşk-ı
Sani; “Evinizin Mektep Olmasını İster Misiniz?” Sorusu ile her evi Edebî Mektep
haline getirmek isteyen Uyanış Yayınevi’nden çıkacaktır. “Aşk- ı Sani” henüz
piyasaya çıkmamasına rağmen Nitelikli Kitaplar ve Okurlar Platformu’nun da
seçme eserleri arasına girmeyi başardı.
Aşk-
ı Sani’nin 2017 Ocak ayında tüm kitabevlerinde satışta olması bekleniyor.
21 Ağustos 2016 Pazar
FETÖ Tarihi
Yıllardır ABD ile
müttefik olup, ömrü katletmek ve ırkçılık ile geçmiş AB kapısında bekliyoruz.
Halk ABD'yi sevmiyor, AB'yi istemiyor. Halk Turan'ı, Türk-İslam Birliği'ni
istiyor. Rusya, Çin, Hindistan'la değil Azerbaycan, Türkmenistan, Pakistan ile
bir birlik çatısında birleşelim istiyor. Biz ırkımızdan ve dinimizden olan
devletlerle birleşince güçlü olamaz mıyız? Bu gücü ve imanı veren; devletlerin
silahı ya da parası mı ki!? İmanımızdan mı şüphemiz var da süper güç denilen Siyonizm
maşası, Tapınak Şövalyelerinin kalıntısı hükümetlerle yönetilen devletlerin
peşinde geziyoruz! Biz, Elhamdülillah milletçe süper gücüz! PKK, DAEŞ, FETÖ'yü ve
benzerlerini ancak birlik devletleri arasına sıkıştırarak yok edebiliriz.
Onların dışarıyla olan kan bağını keserek bitirebiliriz. Pazarlıkla, antlaşma
ile ancak onların kan toplaması için zaman vermiş oluruz oysa onların bitmesi
için kan damarlarına inhibisyon yapılmalı, o damarlar tıkanmalı, kesilmelidir.
AB artık BM gibi, NATO
gibi var ve yoğun arasına sıkışmış bir birliktir. İngiltere, AB'den ayrılarak
yeni planını devreye koyma kararı almıştır. Bu plan Five Stars'ı kurmaktır.
Five Stars; İngiltere, ABD, Rusya, Çin ve Hindistan'ın bir araya gelerek
oluşturduğu yeni birliktir. Bu birliğin asli amacı dünyayı beş bölgeye bölüp
yönetmek ve sadece kendi içlerinde ticaret yapmaktır. Eğer Five Stars'ın
karşısına yeni ve geniş coğrafyaya sahip bir birlik ile çıkılmazsa Five
Stars'ın yönettiği devletlerden bir tanesi olmak kaçınılmaz olabilir. Öyle ki
Five Stars'ın yönetimine girip de kendimizi özgür sanmamız bile mümkündür. Çünkü
beyinleri sadece fitne üzerine çalışan İngilizler bize kendi dinimizi, milli
değerlerimizi satacak ve parasını kendisine götürecektir. Biz ise dinimizi ve
milli değerlerimizi özgürce yaşadığımızı zannedeceğiz. Oysa her geçen gün daha
fakir, daha kültürsüz ama daha çok şükür etmeyi öğrenmiş bir millet haline
getirileceğiz. Şükürden kastım dinimizin bize emrettiği şükür değil, aksine
toplum olarak verdiğimiz emeklerin karşılığını alamamamıza rağmen
aldıklarımızla yetinmemizin istenmesidir.
Sömürgecilik orta çağda
kalmadı. Günümüzde bu sömürü hala devam etmekte ve en fazla maneviyat üzerinden
yapılmaktadır. Zihin kontrolü ve hormon kontrolü ile yapılmakta; kültürel bir
değer yeni nesle "eski, bayat", dini bir değer ise "gereksiz,
cahilce" olarak kabul ettirilmektedir.
15 Temmuz 2016
tarihinde ülkemize ve milletimize karşı yapılan terör saldırısının arkasında
sadece FETÖ’nün olduğuna inanmıyorum. Bu darbe girişiminin ve terör
saldırısının nasıl yapılacağını ve ne şekilde gerçekleştirileceğini
planlayanların Tapınak Şövalyelerinin kalıntısı olan CIA’ın yaptığından, bu
terör saldırısını finanse edenlerin de İngilizler olduğundan yana şüphe
duymuyorum. FETÖ’nün kukla olarak göründüğü fakat arkasında CIA ve İngilizlerin
olduğu bu terör faaliyetinin başarısız olmasından sonra tekrar piyasaya çıkan
PKK ve DAEŞ kaos ortamı yaratma planlarına hala devam etmektedirler.
Milletimizin yüksek onuru ve imanını kırabileceklerine inanmıyorum. PKK ve
DAEŞ’de bu imanı kıramayacaklarının elbette farkındalar fakat yaptıkları bu
terör saldırıları gelecekte yapmayı planladıkları FETÖ’nün darbe girişiminde
olduğu gibi daha büyük terör saldırıları için güç toplamak ve toplumuzun
algısını değiştirmeye çalışmak içindir. Demem o ki, PKK ve DAEŞ yaptıkları
terör saldırılarıyla gelecekte yapmaya kalkışacakları daha büyük saldırılar
için zaman kazanıyor, güç topluyor, finans kaynakları bulmaya çalışıyorlar. Bu
durum karşısında ülkemizi iç ve dış mihraklara karşı savunma görevini üslenen
asker, polis ve istihbaratımızın yüksek teyakkuzda olması gerekmektedir.
40
YILLIK FETÖ YAPILANMASI
FETÖ’nün birkaç yıllık
bir yapılanma olmadığını hepimiz biliyoruz. Yaklaşık 40 yıldır bu ülke üzerinde
emelleri olanlar ve Çanakkale’yi kaybedenlerin finanse edip planladığı bu örgüt
geçmiş günlerin intikamını alabilmek amacıyla kuruldu. Bu gün yaşananları net
görebilmek için tarihimizin önemli olaylarına, önemli dönemlerine ve o önemli
olaylarda rol alan kişilere iyi bakmalı, iyi analiz etmeliyiz.
Çanakkale’de silahı
olmayan ama yüreğinde kocaman imanı olan daha 15’lik yiğitlerle zafer
kazandığımızı gören özellikle İngilizler, Türk milletinin imana ve İslam’a ne
kadar bağlı olduğunu gördüler ve bunu milletimizin bir hassasiyet noktası
olarak kabul ederek ülkemiz üzerindeki yeni emellerini gerçekleştirmede bu
hassasiyeti kullandılar. FETÖ denen yapılanma da işte bu mantıkla yaklaşık 40
yıl önce ortaya çıktı. Bu yapılanmanın tek olduğuna inanmıyorum. FETÖ gibi birçok
yapılanma yine bizim hassasiyetlerimiz kullanılarak oluşturulmuştur. Milletçe
kendi hassasiyet noktalarımızı bilirsek, bu gibi yapılanmaların da masum gibi
görünen oyunlarına kanmaz ve yüksek bir irade göstererek yapılanmaya başlamadan
ortadan kaldırabiliriz.
TAPINAK
ŞÖVALYELERİ VE AMAÇLARI
Birinci Haçlı
Seferi’yle ortaya çıkan ve toplamda 9 kişiden oluşan bu şövalyelerin asıl
amaçlarının dışına çıkmaları büyüyle uğraşmaya başlamalarıyla olmuştur. Büyü ve
karanlık güçlerle uğraşmaya başlamalarıyla kendi dinlerinde de lanetlenen bu şövalyeler
gün geçtikçe sayılarını arttırdılar ve ilk yüz yılda yaklaşık 20.000 üyeye
sahip oldular. Defalarca Hristiyan mahkemelerinde yargılandılar, idam
edildiler, hapse atıldılar. Kudüs’ü koruma görevini üstlenmiş olan ilk ekipleri
de Selahaddin Eyyubi tarafından öldürülmüş ve Kudüs, İslam egemenliğine
girmiştir.
Bugün “Dünya Savaş Haritası”na
bakarsanız Avrupa’da savaş yaşanmamış cephe kalmamıştır. Bu savaşların
sebepleri Tapınak Şövalyeleri ile Avrupa Devletleri arasındaki yüzyıllar
öncesine dayanan davaların intikamıdır. Avrupa’dan yeterince intikam almış olan
Tapınak Şövalyeleri son yüz yıldır İslam beldelerine gözünü dikmiş ve
Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü Fethi sırasında yaptıklarının intikamını almaya
çalışıyorlar. Bu durumun fehametinin de farkında olmalıyız. Tapınak Şövalyeleri
bugün Avrupa’daki birçok devletin yönetim kadrosunda yer alırken, en güçlü
şirketlerin de patronluklarını yapmaktadırlar. Ayrıca CIA adı altında fiziki
varlıklarına da devam etmektedirler. Dini ve kültürel hiçbir inanç ve
hassasiyetleri olmayan bu şövalyelerin bugünkü sayısı milyonlara ulaşmıştır.
Üstelik bünyesine sıradan vatandaş olarak adlandırabileceğimiz kimseyi
barındırmamaktadır.
TAPINAK
ŞÖVALYELERİNİN ÜLKEMİZDEKİ OYUNLARI
En görünür olanının
FETÖ olduğu şövalye oyunlarını coğrafyamızın tarihine bakarak daha net
görebiliyoruz. Tarihte yaşadıklarımızı dikkatli analiz ederek gelecekte
yaşayabileceklerimizi de görebiliriz. Hayal gücümüzü geniş kullanmak ve
aklımıza gelen her şeyi hatta imkânsız gibi görünenleri de imkân dâhilinde kabul
etmeliyiz. Çünkü bu şövalyelerin en büyük özelliği yapacaklarını kamuoyuna
imkânsız gibi göstermek ve değersizleştirmektir. Bunun en belirginini “Artık
darbe mi kaldı?” denmesine rağmen bir darbe girişiminde bulunulmasıdır.
Ülkemiz ve ümmetimiz
üzerinde oyunları ve emelleri olanların bu oyun ve emellere bir şekilde devam
edeceğinden şüphemiz yoktur. Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’in emirlerine
uymadığımız zamanda da bu oyunlara düşeceğimizden hiç şüphem yoktur. Yazımın en
başında da dediğim gibi bizim artık AB’ye girme amacından vazgeçerek Türk-İslam
Birliğini kurma amacında olmalıyız. Velev ki Mukaddes Kitabımız Kur’an-ı Kerim
de bize Maide Suresi 51. Ayette şöyle emrediyor: "Ey inananlar! Yahudi ve
Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim
onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler
topluluğunu doğruya iletmez." Biz bu emre uyarak kendi milletimiz
ve ümmetimiz içinde birleşmeli, ticari faaliyetlerimizi de kendi içimizde
yapmalıyız. Aksi halde onların gölge oyunlarına bir şekilde kurban olacağımıza
inanıyorum. Ne kadar güçlü bir devlete ve millete sahip olsak da Kur’an-ı
Kerim’in emrinden çıkmamız bize refah değil, felaket getirecek; FETÖ gibi
örgütlerin içimizde olması devam edecektir.
21.08.2016
Engin
DİNÇ
23 Temmuz 2016 Cumartesi
Darbe Günlüğüm
İnsana
“Bu nasıl bir imandır?” sorusunu sordurtan o muhteşem milletin bir mensubu
olarak o hain gecenin göbeğinde kendisini bulmuş bir adamın biraz hüzün, biraz
kızgınlık ve en çok da onur duygusu dolu yazısıdır bu…
Ankara’dan
İstanbul’a doğru saat 16:00’da hareket edeceğim. Daha ilk dakikalardan itibaren
eğlenceli bir yolculuk olacağını düşünmeye başlamıştım. Polis, bomba imha ekibi
ve sinyal kesici araçla peronlara girmişti. Hayretle olan biteni izliyordum.
Şüpheli bir paket fünye ile patlatılacaktı. Beni uğurlamaya gelen nişanlıma “Cam
kenarından uzak dur fünye basıncıyla camlar kırılabilir!” dememe kalmadan bir
kadının avazıyla irkildik “Ne yapıyorsunuz çantama?” diye bağıran kadının
çantasıymış meğer, unutmuş… Şüpheli paket imhası bir anda komedi oyununa döndü,
kadın ispatlamaya çalışıyor, polis ikna olmaya çalışıyordu. Tüm bu yaşananlar
sadece beş dakika sürdü. Beş dakika gecikmeli olarak İstanbul’a doğru harekete
geçtik. Bir numaralı koltukta olmanın güzelliğiyle yolu izleye izleye
gidiyordum. Tahminen saat 22:00’da Esenler’de Büyük İstanbul Otogarı’nda
olacaktık.
Dudullu’daki
yolcularımızı bırakıp tekrar Esenler’e doğru hareket ettik bir süre yol gittik köprü
girişine yaklaştığımızda garip hareketlilikler olduğunu sezdik, ilk önce trafik
kazası olduğunu düşünüyorduk. Bende trafik kazası mı acaba diye internette
gezinirken askerin köprüyü kestiğini öğrendim. İlk bilgiler 11 Eylül’de
Amerika’da olduğu gibi bir terör saldırısı ihtimaliydi. Köprü ondan kesilmiştir
diye düşündü yolcular ama bana garip gelen ise İstanbul’a giriş yönü kapalı
fakat çıkış yönü açıktı. Madem saldırı ihtimali mevcut o zaman iki yön de
trafiğe kapatılmalıydı. Hadi diyelim ki bu terör saldırısıydı peki bu şehrin
polisi varken askere ne oluyordu? Bu resmen bir darbe eylemiydi ama
anlayacaktık, yolculara bir şey diyemedim. Muavini yanıma çağırıp “Bu ciddi bir
iş merkezi bir arayıp sorun!” dedim…
Bir
süre sonra telefonum çaldı, nişanlım arıyordu. Durumu anlattığımda o da
Ankara’da jetlerin havalandığını ve alçak irtifa ile evlerin üzerinde
gezindiğini söyledi. Korkmuştu. Telefondan dahi jetlerin seslerini duyuyordum.
Nişanlım; “Sürekli patlamalar oluyor, bir şey mi oluyor?” diye korkulu bir
sesle bana soruyordu. Durumu bende tam anlamış değildim. Sadece diğer
yolcuların duymasını engellemek için elimle ağzımı kapatarak sessizce;
“Camlardan uzak durun bu bir darbeye benziyor.” Dedim. Telefonu kapattıktan
sonra Hava Kuvvetleri’nde görevli bir yakınımı aradım. Durumdan haberdar
olmadığını söyledi. Dakikalar sonra tüm niyetler anlaşılmış, darbe girişimi
Başbakan’ın da açıklamasıyla netleşmişti. Karşımızda eli silahlı asker göz göze
bekliyorduk. Bir süre sonra köprünün diğer tarafı da trafiğe kapatıldı. Şaşkın
bakışlarımız arasında dört tank yan yoldan ters istikamete doğru ilerleyerek
önümüze dizildiler.
Telefonum
tekrar çaldı. Nişanlım korkulu bir ses tonuyla “Ankara’da çok büyük patlamalar
olmaya başladı!” diyordu. Jetlerin sesleri telefona kadar geliyordu. Ankara’da
ki evimiz TBMM’ye çok yakındı. Telefonu kapatıp sosyal medyada canlı yayınları
takip etmeye başladığımda şaşkınlığım biraz daha arttı. Türk askeri TBMM’yi
vuruyor, yolda ki insanlara helikopterler ile ateşler açılıyordu. Bunlar Türk
askeriydi! Bu nasıl Türklük bu nasıl askerlik onuruydu?
Güldüm
bir an kendi kendime. Bu benim silahların arasında kaldığım kaçıncı olaydı
diye… Zaman geçsin diye bazen internete bakıyor bazen kahve içiyordum. O sırada
araç radyosundan ilan okunmaya başlandı. TRT Radyo’da darbe yapıldığı
açıklanıyordu. Yolculardan isyan edenler, ağlayan kadın ve çocuklara baktım.
Fakat sakin olun bu gerçek değil desem de “Nasıl değil okunuyor işte…”
yakınmaları geliyordu. Oysa ben haber almıştım üç-beş askerin zorlamasıyla bu
ilan yapılıyordu. Tamamen hür iradeli bir haber ve bildiri değildi.
İnsanlar
hem korkuyor hem de beklemekten acıkanlar, tuvaleti gelenler
sabırsızlanıyorlardı. Asker ise kılımızı kıpırdatmamıza izin vermiyordu. Bende
aynı durumdaydım. Biraz zaman geçer ümidiyle bir şeyler okumaya başladım.
Gözüme Saff Suresi 13. Ayet takıldı. Onu görünce parmağımdaki yüzüğüme baktım,
tebessüm ettim. Bu iş gece 03:00’da bitecek dedim içimden…
Aynı
şeyi Facebook profilime de yazdım. “Saat
03:00'a kadar tüm darbe girişimi yapanlar kışlalarına dönecekler. Sabaha da
cezalar verilmeye başlanacak... Bu darbe girişimi böyle biter! Halk kazanacak!”
Beklemek
çok uzayınca artık araçlardan inen insanlar askerlerin yanına doğru yürümeye
başladılar. Askerler silah doğrultarak “Can güvenliğiniz için uzaklaşın, bu bir
sıkıyönetimdir.” Diyorlardı. Benim askerim bana “Can Güvenliğin” için ve
“Sıkıyönetim” kelimelerini kullanıyordu. İnsanlar önce sakince konuşarak ikna
yöntemini denediler. “Komutanım…” kelimesiyle cümleye giren vatandaş; “Açın
yolumuzu çoluk çocuk aç perişan olduk!” diyordu. Fitil ateşlenmişti, patlaması uzun
sürmedi. Halka silahı çevirip namluya mermiyi süren askerler bunu yaptıklarına
pişman olacaklardı. Bir kısmı tankların içine gidip saklanmaya başladılar. Bir
kısmı sorunun fehametini çabuk sezdi ve emniyet güçlerine silahlarıyla birlikte
teslim oldular. O teslim olan erlerden bir tanesi dahi tek tokat yemedi.
Saat
01:00’da geldiğinde köprü girişinden karşı şeride geçmeyi başaran araç hızla
Dudullu tesislerine dönme kararı aldı. Köprü iyice karışmış, insanlar tanklarla
ezilmiş, ambulanslar aranıyor, sağlıkçılar aranıyordu. Can çekişerek ölen
insanlar, ilk anda tank paletleri altında parçalanmış bedenler ve onların
çığlık çığlığa ağlayan eşlerini görmek o kadar ızdırap vericiydi ki sonraki
günde dövülen asker haberleri beni hiç üzmedi. Kanunsuz emir dinlenmemeliydi. Evet,
ben vicdanlı bir adamım ama o an vicdandan eser kalmıyor, korkudan da… Çatır
çatır kurşun sıkan askerin karşısında “O mermin bitecek, vur vur göğsüme sık!”
diyen insanların cesaretleri tamamen delilikti. Mikron korku hissetmiyorduk!
Dudullu’ya
vardığımda gözlerimin önünden gitmeyen görüntüler bir yandan, benim yolda
olduğumu öğrenen arkadaşların aramalarıyla susmayan telefon bir yandan yormuştu
beni… Hemen motosiklet ile olduğum yerden alındım. Kalanlar ne yaptılar
bilmiyorum ama hiçbir araç yoktu. Servis, taksi hiçbir şey…
Gecenin
geç saatine kadar uyuyamadım. Cuntacıların sosyal medya timi çoktan iş başına
geçmiş eski trafik kazası görüntülerini, PKK’nın sosyal medya hesaplarındaki
eski paylaşımlarını alıp bir güzel montajlayıp halka servise başlamışlardı
bile…
Meydanda
kanlarını dökenlerin, canlarını verenlerin evde bıraktıklarını kandırmaya
çalışanlara, çocukla babayı düşman etmeye çalışanlara izin vermemek
gerekiyordu. Tüm bilişim bilgimi bu yönde kullanmaya karar verdim. Ulaştığım
tüm kaynakların orijinallerini paylaştım, paylaşılmasını sağladım. Darbeyi öven
kişileri tespit edip ekran görüntüsü ve bağlantı adresiyle birlikte gerekli
birimlere ilettim. Tekrar da yaparım. Ülkemizi her yerden bölmeye çalışanlara
izin verecek değiliz.
Ortalık
durulduktan sonra sosyal medya üzerinden halkı galeyana getirmeye çalışanların
teker teker tespit edilerek haklarında vatana ihanet başta olmak üzere birçok
konuda dava açılmalıdır. Tabiri caizse sürün sürün süründürülmeliler.
Bu
vatan hepimizin yarın da bugün bize dost görünenler bu ve benzeri kalkınmalara
girişenlerse en doğru cevabı vermemiz lazımdır. M. K. ATATÜRK’ün “Gençliğe
Hitabesi”nde söylediği gibi “İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek
isteyecek, dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti
müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın
vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin!”… İşte bugün sokaklardaki
binlerce vatansever sonlarını hiç düşünmediler… Asıl demokrasi sevdalıları
sokaklarda iken kendilerini Kemalist ve demokrat olarak tanıtanların çoğu ise darbe
girişimine tiyatro diyerek hala hainleri destekliyorlar… Onlar için yazıklar
olsun demekten başka bir şey gelmiyor elimden…
Şehitlerimizin
mekânları cennet olsun. Allah (c.c.) yar ve yardımcımız olsun inşAllah…
16.07.2016
Engin
DİNÇ
24 Haziran 2016 Cuma
İçimizi Boşaltıyorlar
Sevgili kalpdaşlarım,
sosyal medyayı sürekli takip eden birisiyim. Son günlerde sosyal medyada bazı
sayfa ve gruplar kurarak örgütlenen ya da örgütlenmiş gibi görünen kimi
kişiler, sadeleştirilmiş din adı altında mukaddes dinimizin içini boşaltma,
insanların akıllarını bulandırma çabaları içine düştüğünü görüyorum. Bu kişiler
kurdukları sayfalar ile Peygamberi yok, hadisleri yalan, ilmi, fıkhı gereksiz
sayarak sadece Kur’an-ı Kerim ile her şeyin tamam olduğundan bahsederek
akılları bulandırıyorlar. Evet, Kur’an-ı Kerim eksiksiz, her şeyi içinde
bulabileceğimiz derecede tamamlanmış ve Yüce Yaratıcımız Allah-u Teâlâ’nın
indirmiş ve iman etmemizi emretmiş olduğu son mukaddes kitabımızdır. Bundan
şüphe duymak bizi din çerçevesi dışına iter. Yalnız bir ayrıma da ihtiyacımız
var ki Kur’an-ı Kerim’e ne kadar bağlı isek, O mukaddes kitabı bize öğreten
Hazreti Muhammed Sallallahû Aleyhi ve Sellem’e de o kadar bağlı olmalıyız. İlmi
yok sayan bu kişiler; bilmiyorlar ki Kur’an-ı Kerim tek başına bir ilim
kitabıdır. Tüm pozitif bilimleri bünyesinde barındırır…
Resulullah Efendimiz
Sallallahû Aleyhi ve Sellem’i sevenleri O’na tapınıyor diyerek dinsizlikle
suçlayan bu kişilere güzel bir cevap vermenin vacip olduğunu düşünüyorum.
Resulullah Efendimiz
Sallallahû Aleyhi ve Sellem bize öğretici, öğretmen ve örnektir. Biz
Müslümanlar İslamiyetin tam olarak nasıl yaşanılması gerektiğini Hazreti
Muhammed Sallallahû Aleyhi ve Sellem’den öğrendik ve O’ndan öğrendiklerimizi
tatbik ederek Mukaddes dinimiz İslam’ı bir buçuk asırdır hayatta tutuyoruz ve
Yüce Allah Celle Celaluhû da izin verdikçe ayakta tutacağız. Peygamber
Efendimiz Sallallahû Aleyhi ve Sellem’in bizlere örnek olarak görevlendirildiği
mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır: “Andolsun, Allah'ın Resûlünde sizin için;
Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah'ı çok zikreden kimseler için
güzel bir örnek vardır.” (Ahzab Suresi 21. Ayet – Diyanet İşleri Başkanlığı
Meali) Görüldüğü üzere Resulullah Efendimiz Sallallahû Aleyhi ve Sellem’in
bizler için bir örnek teşkil ettiğini ve O’nun yolunda gidilmesi gerektiğini bu
dini arındırmaya çalışanların tek kaynak olarak kabul ettikleri ve bizimde
ilelebet kabul ettiğimiz hakiki kaynak olan Kur’an-ı Kerim emrediyor. Onlar
Kur’an-ı Kerim okumakta samimi olsalardı bu ayeti ve bunun gibi onlarca ayeti
kerimeyi yok saymazlardı. Allah-u Teâlâ Celle Celaluhû mukaddes kitabımız
Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz Sallallahû Aleyhi ve Sellem’e itaat etmemizi
bize şu ayeti kerimesiyle de emrediyor: “Ey
iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin ve sizden olan
ulu'l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz
takdirde, Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve
Resûlüne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa
Suresi 4. Ayet – Diyanet İşleri Başkanlığı Meali)
Allah-u Teâlâ Celle
Cellaluhû’nun Kelam-ı Kadim olan kitabımız Kur’an-ı Kerim’inden daha onlarca
delil gösterebilirim fakat bu konuyu uzatmak olur, maksadım bu sayfaları ve bu
grupları kuranların aslında kimlerden oluştuğunu ifşa etmektir.
Sevgili kalpdaşlarım,
bakınız ülkemizin son günlerde gerek ekonomik, gerek askeri yükselişi ve Türk
ırkının güçlü yapısı yüzyıllardır kıskanılan ve çelme takılmaya çalışılan bir
özelliktir. Bu sebepten dolayı Çanakkale’de kan döken zihniyet oradaki
mağlubiyetlerini toptan, tüfekten değil bu milletin yüreğindeki imandan
aldıklarının farkına vardıkları günden itibaren bu milleti özünden ve dininden
uzaklaştırmak için azami gayret sarf etmekte, bu iş için milyonlarca dolar
harcamakta, bu yolca can alıp can vermektedirler. Bu yükselişe bir dur demek
isteyen Selahattin Eyyubi’nin, kellelerini vurup Kudüs’ü ellerinden aldığı
Tapınak Şövalyeleri bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin bünyesinde Central
Intelligence Agency (CIA) olarak varlıklarına devam etmektedirler. Bunların
yeni kurgularından bir tanesi de ülke içinden birkaç ilahiyatçıyı satın alarak
istedikleri yönde fetva vermelerini sağlamak ve o ilahiyatçılara inanan cahil kimseleri
kendi istedikleri gibi yönetmektir. Bu kurgularını da kısmen başarmışlardır ki
bugün sosyal medyada bu tarz gruplar ve sayfalar ortaya çıkmıştır. Sadece bu
yöntemle değil özellikle çocukların zihinlerini kontrol etmek amacıyla tablet
oyunları, bilgisayar oyunları geliştirerek bu oyunları ücretsiz dağıtarak da
yapıyorlar. Bu oyunlar için ne kadar mühendislik, stüdyo ve benzeri masraflar
yapıldığını tahmin edersiniz fakat buna rağmen ücretsiz dağıtılması sizi de
şüphelendirmiyor mu? Bu oyunlar sayesinde çocuklar hatta gençler ve git gide
tüm insanlık birer tablet bilgisayar ve akıllı telefon bağımlısı haline
getirildi. Ülkemizde yayınlanan oyunların da arka planına yerleştirilen görsel
ve sesler ile bilinçaltı (Subliminal) mesajları verilerek çocuklarımızın alt
belleklerine sapıklık, seks, dinsizlik, inancın gereksiz olduğu, kültürün
gereksiz olduğu, anne-babayla seks yapılmasının normal olduğu gibi telkinler
verilmektedir. Bu durum 10-15 yıl sonra karşımıza; çocuğumuzun tecavüz suçu
işlemesi, ateist ya da deist olması, ayıp anlayışının olmaması gibi sonuçları
getirebilir.
Ülkemiz üzerinde
oynanan bu ve benzeri oyunlara karşı uyanık olmalı, çocuklarımızı itikatlı ve
iman çerçevesi içinde Kur’an-ı Kerim’e ve Resulullah Sallallahû Aleyhi ve
Sellem’e itaat eden çocuklar olarak yetiştirmeliyiz. Biz zaten böyleydik, bir
şekilde yok edilmeye başlandık, dirilmeliyiz!
Bu diriliş hareketi
için ülkemizin en üst kademesinde görev yapan mülki ve idari amirlere de büyük
sorumluluklar düşmektedir. Eğer diriliş hareketlerine desteklerinde tam ve
samimi iseler; televizyon kanallarında çıkarak çıplak kadınlarla dans edip
sonra da fetva veren, sosyal medya ajansları sayesinde milyonlarca kişiye yalan
haber ve yalan fetva yayan kişilere en kısa zamanda dur demelilerdir! Bu
kişilerin ekonomik kaynaklarını kesmeli hatta bu kişilerin en ağır cezalarla
yargılanmasını sağlamalılardır.
Engin DİNÇ
24.06.2016
28 Ekim 2015 Çarşamba
Zabıt katibinden tasavvufi kişisel gelişim kitabı
Zabıt Kâtibi Engin DİNÇ, yıllarca kendi bloğunda yazdığı makalelerini bir araya getirerek ortaya bir tasavvufi kişisel gelişim kitabı çıkardı.
İstanbul da Zabıt Kâtibi olarak görev yapan Engin Dinç, mesai saatleri dışındaki zamanını büyük İslam âlimlerinin kitaplarını okumakla geçiriyordu. Okuduğu eserlerde gördü ki asırlar öncesinden kaleme alınmış olan tasavvuf kitaplarında aslında günümüzün sorunlarına değinilmiş. O da bundan hareketle yola çıkarak kişisel gelişim kitaplarına farklı bir bakış açısı getirerek dini ve tasavvufi yöntemlerle kişisel gelişimin sağlanmasını amaçlayan Hiç (AŞK’ın Tarifi) isimli kitabı kaleme aldı.
“Bu kitap ile aslında biz kim olduğumuzu yani HEP olan Allah (c.c.) karşısında bir HİÇ olduğumuzu anlıyoruz.” Diyen yazar kitabının devamını getirmekte kararlı. Sadece tasavvuf ile ilgilenmekle kalmayan yazan aynı zamanda bilişim teknolojileri ile yakında ilgili. Dijital Gelecek Hareketi Platformunun da İstanbul temsilcisi olan Engin Dinç tasavvuf hakkındaki sözlerine şöyle devam etti. “Tasavvuf denildiği zaman insanlar bilimden uzak kendini bir odaya kilitleyip hayattan soyutlayan, düşünmeyen, ilim ve irfanla uğraşmayan kişisel akla gelse de öyle değil. Büyük İslam âlimlerinin yazdıklarını okuduğunuz zaman aslında ne kadar köklü bir bilime de sahip olduğumuzu görüyoruz.” Dedi.
Engin Dinç, Yakın Plan Yayınları’ndan çıkan Hiç (AŞK’ın Tarifi) isimli kitabını 34. TÜYAP Uluslararası Kitap Fuarı’nda da okurları için imzalayacak.
Kitabın Tanıtım bülteni
Siz HİÇ âşık oldunuz mu?
O’nun için ağlamak bile sevimlidir. Kalbiniz ağrır, nefesiniz kesilir, düşüp bayılırsınız yine de sevimlidir. Herkes size böyle yapmamanız gerektiğini, abarttığınızı söyler siz ise; Az bile! Dersiniz. Düşer yollara ararsınız, yürür dağlara çıkarsınız, çöllerde yanarsınız yine de sevimlidir. Size Boş ver derler, Dünya dönüyor, hayat sürüyor derler. Siz; Hayy’dan geldim, Hû’ya gideyim dersiniz.
İşte böyle başlar AŞK
6 Haziran 2015 Cumartesi
Hiç - AŞK'ın Tarifi Çıktı!
Siz HİÇ âşık oldunuz mu?
O’nun için ağlamak bile sevimlidir. Kalbiniz ağrır, nefesiniz kesilir, düşüp bayılırsınız yine de sevimlidir. Herkes size böyle yapmamanız gerektiğini, abarttığınızı söyler siz ise; “Az bile!” dersiniz.
Düşer yollara ararsınız, yürür dağlara çıkarsınız, çöllerde yanarsınız yine de sevimlidir. Size “Boş ver” derler, “Dünya dönüyor, hayat sürüyor” derler. Siz; “Hayy’dan geldim, Hû’ya gideyim” dersiniz.
İşte böyle başlar AŞK…
www.hickitap.com
17 Haziran 2014 Salı
Cezada caydırıcılık olmaz
Son zamanlarda çocuklara yapılan
saldırılar idam cezasını gündeme getirmiştir. Gelin görün ki Avrupa Birliği ile
yapılan Temel Haklar Sözleşmesi’nin 2. Maddesi’nde şu ifadelere yer verilir:
A- Herkes yaşama hakkına
sahiptir.
B- AB genelinde kimse idama mahkûm
edilemez.
İşte bu sözleşme gereği
kaldırılan idam cezasının ülkemizde geri gelmesi pek mümkün değildir. İdam
cezasını ülkemizde hak eden suçluların olup olmadığı hususta elbet herkes kadar
fikir sahibiyim fakat bu makalede bunu konu almıyorum.
Dünyada idam cezasını en çok
uygulayan ülkeden üçüncü dünya ülkeleri olarak anılan ülkeler ve Asya
ülkeleridir. Bu ülkelerin çok büyük bir çoğunluğu da İslami yönetim biçimiyle
yönetilen devletlerdir. İleri medeniyete sahip Avrupa (?) ise idam cezasını
yasaklamıştır. Her ne kadar yasaklamış desek de uygulandığı haller vardır ki
yine bu konumuz dâhilinde değildir.
Herkesin dillerine pelesenk
ettiği bir söz vardır: “Cezalar caydırıcı olmalıdır?” Bu söz benim detayını çok
merak ettiğim bir sözdür. Hep kendime şöyle sorarım: “Hangi ceza nasıl
caydırılabilir?”
Trafik kurallarına uymayan bir
şoföre verilecek para cezası, ehliyetine el konulması ya da trafikten men
cezası, arabasını kullanamaması nedeniyle onu daha dikkatli olmaya
yöneltebilir. Bu tür suçların çoğu kırmızı ışıktan geçme gibi dikkatsizlik ya
da yakalanmam nasılsa gibi kasti ama küçük suçlardır. Pekâlâ ya büyük suçların
caydırıcılığı nasıl olacaktır?
İdam cezası bulunan bir ülkede;
hırsızlık yapmış bir adamın eli şehrin en geniş meydanında halkın katılımıyla kesilerek
cezası ifa edilir. Fakat o sırada başka bir yan kesici izleyicilerin arasına
girmiş başka birisinin cüzdanını çekmeye çalışmaktadır. Bu durum idam cezası
başta olmak üzere bir cezanın caydırıcı olmayacağını gösteriyor. Demem o ki bir
ceza caydırıcı olsun diyerek verilmemelidir. Eğer bir şahsı yaptığı bir
davranıştan uzaklaştırmak istiyorsak o kimsenin cezalandırılmaya değil,
rehabilite edilmeye ihtiyacı vardır.
Cezalar caydırmak için değil,
kısas içindir…
Ülkeler, devletler kişiler
arasındaki sorunlara çözüm bulmak için Adalet Bakanlığı adını verdikleri tüzel
kişilikler kurarak, devletin yasalarını bu kurumlar ve bu kurumlarda görev alan
hukukçular aracılığıyla uygulamaktadırlar. Gelin görün ki devlet adaleti tam
anlamıyla sağlayamaz ise bu onun gücünün zayıfladığının göstergesidir. Şöyle
ki; devlet, mazlum olan kişinin hakkını zalim olan kişiden alırken hem eşit
davranmalı hem de mazlumun zararı ne ise ona kısas olarak almalıdır. Zaten
mantıkta bunu kabul etmektedir. Eğer bir kimsenin zararı ne ise zararını
karşılayacak olan da eşdeğer olandır. Devlet de eşit davranabilmek için
mazlumun hakkının tamamını zalim olandan alarak mazluma iade etmelidir. Bu
gerektiğinde cezanın özgürlükten men etme (hapis) şeklinde, gerektiğinde de
yaşam hakkından men etme (idam) şeklinde olmalıdır.
Bunu bir örnekle açıklayalım:
Herkesin olduğu gibi en sevdiğiniz kimseyi düşünün… Güzeller güzeli kızınız,
bir taneniz eşiniz, sevimli yeğeniniz… İş toplantısı yapmak üzere hafta sonu il
dışına gidiyorsunuz. Evde güzeller güzeli eşiniz ve sevimli cadı kızınız yalnız
kaldılar. Siz il dışına gittiğinizde sapık birkaç adam bir gece yarısı evinizin
kapısına dayanır, zorla eve girerler. Evde çığlık çığlığa bağıran eşinizin
sesini kimseler duymaz. Gözünüzden sakındığınız karınıza tecavüz edilir.
Yetmemiş gibi sadece karınıza değil, daha 5-6 yaşlarındaki pamuk kızınıza da
tecavüz edilir. Onlar ne kadar bağırsalar da kimseler duymaz, onları
kurtaramaz. Bu sapık adamlar karınıza ve bebeğinize tecavüz etmekle kalmayarak
bir de çok bağırıyor diye sesini kesmek istedikleri eşinizi boğarak öldürürler.
İşiniz bittiğinde hafta sonu evinize döndüğünüzde manzara felakettir. Evin içi kan
içinde, karınız çırılçıplak, boğazı sıkılmış mosmor, bebeğiniz de kan
içindedir.
Bu olaydan sonra suçlular
yakalanır. Şimdi siz bu adamlara ne ceza vermek istersiniz? Müebbet hapis mi? Birkaç
defa müebbet hapis mi? Yoksa kör testere ile kemiklerine kadar kesmeyi mi? Evet
son şık daha cazip geldi değil mi? Oysa okuduğunuz yazıdaki olay gerçek değil
sadece bir hikâye iken bu kadar etkilendiniz. Ya gerçek olsa?
Demek istediğim şudur ki; başta
idam cezası olmak üzere cezalar caydırıcı olması için değil, kısas olması
içindir. Bunu da devletin kanunları üzerinde hüküm sahibi hukukçuların eliyle
devlet tarafından yapılmalıdır. Eğer devlet bu kısası yapmaz ise mazlum olan
zaten kendisi yapar. Kişi bunu kendisi yapmaya başladığında da devletin gücü
yok olmuş demektir…
17/06/2014
Engin DİNÇ
7 Ocak 2014 Salı
Hazreti Adem'in (a.s.) Dili
İnsanlar arasında yanlış bilinen
bir şeyde ilk insanların konuşma bilmemesidir. Oysa ilk insan Hazreti Âdem
(a.s.)'dir. Hazreti Âdem’in (a.s.) dili hakkında Kur'an-ı Kerim de şöyle buyrulmuştur:
"Ve Âdem'e bütün isimleri öğretti.
Müteakiben önce onları meleklere göstererek: "İddianızda tutarlı iseniz
haydi Bana şunları isimleriyle bir bildirin bakalım!" dedi.
"Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her
şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin" dediler. Allah:
"Âdem! Eşyanın isimlerini onlara sen bildir" dedi. O da isimleriyle
onları bildirince Allah buyurdu: "Ben size demedim mi ki göklerin ve yerin
sırlarını Ben bilirim." Ve Ben sizin gizli açık yapmakta olduğunuz her
şeyi de bilirim.""[1]
“Büyük pişmanlık duyan Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler öğrenip
onlara göre hareket etti. Rabbine yalvardı. Allah da tövbesini kabul etti.
Zaten O tövbeyi kabul eder, merhameti boldur.”[2]
“İnsanı yarattı, ona konuşmayı öğretti.”[3]
Bilim adamı Noam Chomsky’nin dil
hakkındaki açıklamaları ise 1950’li yıllarda bomba etkisi yaptı. Chomsky’e göre
insan bireylerinin zekâ düzeyleri ne olursa olsun, bir dili kullanmayı becermek
gibi olağanüstü karmaşık ve zor bir işi, bu konuda önceden düzenlenmiş bir
öğretim görmeksizin, bebeklik yaşlarında ve bunca kısa zamanda becermeleri,
sadece dilin sonradan öğrenilmesiyle açıklanamaz.
Evet, Noam Chomsky’nin bu fikrine
tam olarak katılıyorum. Bu durum Allah’ın (c.c.) ilahi kudretinin de bir
tecellisidir. Daha zihnen gelişimini tamamlayamayan bir bebeğin de bir dili
öğrenerek konuşmaya başlaması Kur’an-ı Kerim’de ilk insana dilin öğretildiğinin
ve onun soyundan gelen diğer insanlara da ona öğretildiği gibi öğretileceğinin
kanıtıdır.
300.000 yıl önceki insan
iskeletleri üzerinde yapılan araştırmalar, insan gırtlağının, ses birimlerini
çıkarmaya elverişli hale geldiğini gösteriyor. Pinker’a göre, Avrupa’da yaşayan
insanlar en az 50.000 yıl önce akıcı dil kullanmaya başladı.
Yine birçok âlim Hazreti Âdem’in
(a.s.) bildiği dilin tüm dünyanın diliyle ortak olduğudur. Hala günümüzde
kullanıldığıdır. Yapılan bir bilimsel araştırma ile yıllarca kimseyle
konuşmadan büyüyen bir çocuğun Arapça konuşabildiği tespit edilmiştir. Bu da
demek oluyor ki; ilahi manada kabul gören dil Arapça'dır ve ilk insanın da
Arapça biliyor olması muhtemeldir.
Fakat bu kesinlik sahibi
olunamayan bir bilgidir. Eğer ilk dil Arapça ise bu güne kadar nasıl bu kadar
farklılaştı? Sorusuna cevap da aramak gerekmektedir. Ayrıca bundan 50.000
yıllık iletişim araçlarına bakıldığında insanların birbiri ile haberleşmek için
mağara duvarlarına resimler çizdikleri görülmektedir. Aslında o resimler bu
şekilde yorumlanmış ve insanların birbirleri ile iletişim aracı olarak
düşünülmüştür. Oysa o insanlar birbiri ile konuşabilmektedirler. Çünkü konuşma genlerden
gelmiş ve ilahi kudret tarafından ilk insana doğuştan verilmiş bir özelliktir.
Yani insanları diğer canlılardan ayıran en önemli özellik düşünmek olduğu gibi
konuşmak da buna dâhildir.
Max Planck Evrimsel Antropoloji
Enstitüsü araştırmacıları, insanda konuşma işlevini üstlenen genin,
100.000-200.000 yıl önce mutasyona uğramasıyla, dilsel becerilerin önünün
açılmış olabileceği kanısındadır.
Farklı dillerin ortaya çıkması
hakkında âlimlerin şöyle görüşleri de mevcuttur; ilk insan Hazreti Âdem’in
(a.s.) konuştuğu dil şuan konuşulan binlerce dilin bir araya gelmesinden
oluşmuş ya da şuan konuşulan diller ilk konuşulan dilden parçalardır. Yani
Türkçe de bir meyveye elma demek ile İngilizce de Apple demek arasında bir fark
yoktur. Hazreti Âdem (a.s.) hangi dilde söylenirse söylensin anlayabilmekteydi.
Mehmet Kaplan bu konuya şöyle yaklaşır: "Kelimeler hakikatin ta kendisi
değildir. Biz güçlü bir refleksle kelimenin, eşyaya tıpatıp tekabül ettiğini
sanır ve aldanırız. Dile inanan adam daima aldanır. Çünkü hakikat dilde değil,
dilin delalet ettiği varlıktadır."[4]
06/01/2013
Engin DİNÇ
5 Ocak 2014 Pazar
Hazreti İdris (a.s.) ve Kavmi
Hazreti İdris (a.s.) asıl adı
Ahnuh (Hanuh)’tur. Babasının adı Yerd annesinin adı Berre veya Esvet’tir.
Seceresi şöyledir: Hazreti İdris (a.s) - Yerd - Mehlail - Kinan - Enus – Hazreti
Sit (a.s) – Hazreti Âdem (a.s). Irk arasında yaşamış olan Yerd, Mehlail, Kinan
ve Enus’a peygamberlik verilmesi hakkında bir bilgi bulunmamaktadır. Hazreti Cebrail
(a.s.) kendisine 4 defa vahiy getirmiş ve Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını
bildirmiştir. Kendisi de büyük dedesi olan Hazreti Âdem’in (a.s.) diğer oğlu
Kabil’in soyundan gelen millet olan Kabiloğulları’na peygamber olarak
gönderilmiş ve onları imana davet etmiştir. Bu davetin 105 ile 120 yıl sürdüğü
rivayettir.
Hazreti Âdem (a.s.) ve Hazreti
Havva (a.s.) dünyaya geldikten sonra hayırlı bir evlat dilediler. Bunun üzerine
Hazreti Havva (a.s.) Kabil’e (Kayin) hamile kaldı. Çocuk dünyaya geldikten
sonra onun varlığını Allah’a (c.c.) ortak koştular. Fakat daha sonra tövbe
ettiler ve ikinci çocukları Abil (Evel) dünyaya geldi. Bu durum Kelam-ı Kadim
olan Kur’an-ı Kerim de ve Tevrat’da şöyle anlatılmaktadır.
“O'dur ki sizi bir tek candan yarattı ve bundan da, gönlü kendisine
ısınsın diye eşini inşa etti. Erkek eşini sarıp bürüdü, o da hafif bir yük
yüklendi, hamile kaldı. Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca her ikisi
de Rab'leri olan Allah'a yönelip "Eğer bize sağlıklı, kusursuz bir evlat
verirsen mutlaka Sana şükreden kullarından oluruz" diye yalvardılar. Fakat
Allah kendilerine kusursuz bir çocuk verince, annesi de babası da ölçüyü
kaçırıp verdiği çocuk sebebiyle şirke bulaştılar. Tuttular, Allah'a birtakım
şerikler yakıştırdılar. Hâlbuki Allah onların yakıştırdıkları her türlü
ortaktan münezzehtir.”[1]
“Âdem eşi Havva'yı bildi. (Havva) hamile kaldı ve Kayin'i doğurdu ve
"Tanrı ile birlikte bir insan edindim." dedi. Bir doğum daha yaptı;
(Kayin'in) kardeşi Evel'i (doğurdu). Evel davar çobanı oldu; Kayin ise toprak
işçisiydi.”[2]
İşte buradaki şirk sözü “Tanrı
ile birlikte bir insan edindim.” Demesi idir ki Allah (c.c.) hiçbir insan ile
yan yana değildir. Bu şirke girmektir. Daha sonra Kabil kardeşi Abil’e karşı
kıskançlık hissetmiş ve onu öldürmüştür. Bu öldürme ile lanetlenmiştir ki bu
olayda Tevrat’ta şöyle anlatılmaktadır.
“Tanrı; "Ne yaptın?"
dedi. "Kardeşinin kanının sesi,
topraktan bana doğru haykırıyor." "Şimdi sen, kardeşinin kanını senin
elinden almak için ağzını açan topraktan daha da lanetlisin."
"Toprağı işlediğin zaman, artık sana kuvvetini vermeyecek. Dünyada göçebe
ve yalnız olacaksın." Kayin, Tanrı'nın huzurundan ayrıldı. Eden'in
doğusundaki Nod ülkesinde yerleşti.”[3] Nod
ülkesi; İbranice de göçebelik, bulunduğun yerden ayrılmak, göç edilen yeni yer
manalarına gelir. Bunun üzerine Kabil bulunduğu yerden ayrılmıştır.
Hazreti Âdem’in (a.s.) oğlu
kabil(kayin), diğer oğlu abil(evel)'i öldürdükten sonra babası Hazreti Âdem
(a.s.) şöyle buyurmuştur: "Git! Artık, sen, hiç bir zaman
korkutulmaktan uzak kalmayacak, gördüğün hiç bir kimseden de, güvenlikte ve
selamette olmayacaksın!" İşte bunun üzerine Kabil; kendisiyle
birlikte doğan kızın elinden tutarak Nevz dağından inip Yemen topraklarından
Aden'e gitti. Burada nesli çoğaldı. Kabil neslinden gelen millete Kabiloğulları
adı verildi. Hazreti İdris (a.s.) da o millete gönderildi ve şöyle uyarılar
yaptı: "Ateşe tapmayınız, şarap içmeyiniz, zina etmeyiniz!"
Fakat onlar bu uyarılara uymadılar. Bunun üzerine İdris (a.s.) kavme Hazreti Şit'e
(a.s.) inen vahiyleri söyledi ve halkı o hükümlerle uyardı ki o hükümlerin
tamamı Kur'an-ı Kerim'de verilen emir ve hükümlerdir. Allah'a (c.c.) iman,
haramlardan sakınmak, zinayı yasaklamaktır. Bu durum Hazreti Nuh'a (a.s.) kadar
böyle devam etti ve iman etmeyen o milletin sonu Nuh Tufanı adı verilen tufanla
anıldı.
Bugün bilimsel manada; 12.000 yıl
önce meydana gelen Nuh Tufanı öncesi var olan Mu, Atlantis ve Lemurya kıtaları
hakkında bilgiler mevcuttur.
Hazreti Şit (a.s.), Hazreti Âdem’in
oğlu (a.s.) ve Hazreti İdris de (a.s.) Hazreti Şit’in (a.s.) torunudur. Hazreti
İdris (a.s.) Kabiloğulları’nın sapkın yaşantılar içerisinde olmasından dolayı
onlara peygamber olarak gönderilmiştir. Öyle ki bu durumun ilk farkında olan Hazreti
Âdem (a.s.) oğlu Hazreti Şit’in (a.s.) kavmine, Kabil’in kavminden birisiyle
evlilik yapmayı yasak etmiştir. Kabiloğulları içkiye ve zinaya düşkün, Allah’a
(c.c.) iman etmemiş ve gönderilen peygamberlere itaat etmemişlerdir. Oysa Hazreti
Şit (a.s.) babası Hazreti Âdem’den (a.s.) aldığı peygamberlik vasfı ile ırkını
ve ailesini iman çerçevesinde tutmuş, onun ırkı devam etmiştir. Günümüz
insanlığı da Hazreti Şit’in (a.s.) soyundan devam etmektedir. Çünkü
Kabiloğulları Nuh Tufanı sonrası helak olmuştur.
Hazreti İdris’e (a.s.) de her
peygamberde olduğu gibi bazı mucizeler verilmiştir. Bunlar; bir ağaçta kaç
yaprağın olduğunu bilmesi, bulutlara çekilmesi için emir verebilmesi, gaipten
haber vererek kendisinden sonra kimlere peygamberlik vasfının verileceğini
haber vermesidir. Kimlerin peygamber olacağını bildirirken eğer kendilerine
iman etmezlerse kendisinden sonra vuku bulacak olan Nuh Tufanını da haber
vermiştir. Hazreti İdris (a.s.) tam 72 dili konuşabilir ve her kavmi kendi dili
ile iman etmeye davet ederdi. (Bu ilahi mesajdan yola çıkılarak şöyle
düşünülebilir ki ilahi mesajları alabilmek için illa da kitabın indirildiği
dili öğrenmek değil, tercümesiyle manasını anlamak ve o mana doğrultusunda iman
etmek önemlidir.) Kendisi 100 tane şehir kurmuş, insanlara fen, matematik
ilimlerini öğretmiş ve terzilik yapmıştır. Ve nihayet kavmi üzerindeki görevi
sonra ermiş Aşure Gününde göğe kaldırılmıştır.
Hazreti İdris (a.s.) hakkındaki
bazı ayet ve hadisler şöyledir:
“Kitapta İdris'i de an. Gerçekten o da doğruluğun timsali biri idi, bir
nebi idi. Biz onu üstün bir makama yücelttik. İşte bunlar, Allah'ın nimetine
mazhar olmuş olan bu zatlar, Âdem neslinden, Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın
evlatlarından, İbrahim ve İsrail’in nesillerinden ve hidayete erdirip
seçtiğimiz kimselerdendir. Onlar Rahman'ın ayetleri okunduğunda ağlayarak
secdeye kapanırlardı. Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki
namazı zayi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar da
azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.”[4]
“İsmail’i, İdris’i, Zülkifl'i de an. Onların hepsi sabır fazileti ile
bezenmişlerdi. Bundan ötürü onları rahmetimize aldık. Gerçekten onlar salih ve
erdemli kişilerdi.”[5]
Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) de
bir hadis-i şerifinde: “Ben (Miraç
gecesinde) dördüncü kat semada (gökte) İdris(a.s.) ile karsılaştım. Cebrail
(a.s.) bana: "Bu gördüğün İdris'tir.
Ona selam ver." dedi. Ben de ona selam verdim. O da benim selamıma
cevap verdi. Sonra bana: "Merhaba
salih kardeş, salih peygamber." dedi” buyurmuştur.[6]
05/01/2014
Engin DİNÇ
[1] Kur’an-ı
Kerim, Araf Suresi, 189-190. ayetler
[2] Tevrat,
Bereşit(Tekvin) Suresi, 4/1-2. ayetler
[3] Tevrat,
Bereşit(Tekvin) Suresi, 4/10-12,16. ayetler
[4] Kur’an-ı
Kerim, Meryem Suresi, 56-57-58-59. ayetler
[5] Kur’an-ı
Kerim, Enbiya Suresi, 85-86. ayetler
[6] Hadis-i
Şerif, Kaynak: Buhari, Müslim
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)