2 Aralık 2013 Pazartesi

Aldatma Psikolojisi Hipotezi

“A ŞAHIS bir kadındır.
B ŞAHIS bir erkektir.
C ŞAHIS bir erkektir ve A ŞAHIS'ın eşidir.

A ŞAHIS çalıştığı yerde iyi bir maaşa sahiptir ve hatta eşi C ŞAHIS'tan da fazla ücret almaktadır. A ŞAHIS çalıştığı iş yerinde sürekli çocuğundan bahseder, eşi sorulduğunda ise pek fazla bahsetmez, lafı değiştirmeye çalışır, çocuğunun fotoğrafını göstermekten çekinmezken eşi C ŞAHIS'ın fotoğrafını göstermekten çekinir. Arkadaşlarına, boş vakitlerinde C ŞAHIS ile güzel vakitler geçirdiğini, gezdiğini, mutlu olduğunu anlatır. Fakat yan yana hiç fotoğrafı yoktur varsa dahi iş arkadaşları görmemiştir.

C ŞAHIS eşi A ŞAHIS’tan yaşça çokça büyüktür. Kendisi bir kadına nasıl davranılması gerektiği konusunda da sıkıntılıdır. Evde kahvehane ağzıyla konuşur, argo kelimeleri sürekli kullanır, eşiyle vakit geçirmek yerine maç izlemeyi tercih eder. Ayrıca kötü davranışlarıyla çocuğuna da kötü örnek olmaktadır.

B ŞAHIS, A ŞAHIS ile aynı iş yerinde çalışmaktadır. Sempatik, konuşkan, bolca hobi sahibi bir kişiliktir. İdealist, fikir sahibidir. Aynı zamanda A ŞAHIS ile birçok ortak özelliğe sahiptir. Aynı şeyleri severler, aynı şeylerden hoşnut olmazlar. Disiplinli, evine bağlı birisidir. Entelektüel bir yapısı da vardır. Bolca kitap okur ve okuduklarını paylaşmayı sever ayrıca B ŞAHIS ile A ŞAHIS aynı yaştadırlar, çağdaşlıktan dolayı birbirlerini anlayabilirler. A ŞAHIS onun bu hallerinden etkilenmekte, kendi kendine: “Keşke B ŞAHIS gibi bir eşim olsaydı!“ diyerek hayıflanmaktadır. Eve gidip C ŞAHIS’ının argo konuşmalarını duyup, kötü davranışlarını görünce B ŞAHIS daha fazla ilgisini çekmeye başlar ve eşi C ŞAHIS’ı iş arkadaşı B ŞAHIS ile yavaş yavaş kıyaslamaya başlar.

A ŞAHSININ PSİKOLOJİSİ:
- Eşi ile arasında sıkıntılar vardır.
- Çevreye karşı kendisini güçlü göstermek ister, sıkıntısı yokmuş gibi gösterme çabasındadır.
- Eşinin tavırlarından dolayı artık ondan soğumuş, dışarıdaki insanların güzel davranışlarından etkilenmektedir.
- Kadınsal güdülerden kaynaklanan nedenlerden dolayı eşinin kendisinden daha az maaş alıyor olması, gözünde eşini çirkin göstermektedir.
- B ŞAHIS gibi bir eşe sahip olabilme hayaller kurmaktadır.
- Genç ve güzel bir kadın olarak sevilmek, gençliğini yaşamak isterken eşinin onun dinamizmine yetişemediğini düşünmektedir.

B ŞAHIS, A ŞAHIS ile iş arkadaşıdır. Birbirlerine çok benzeyen özelliklere sahiptirler, biraz çenesi düşük ve sempatiktir. Evli olan A ŞAHSI eşinde bulamadığı mutluluğu, B ŞAHSI'nın yaptığı bir kaç espri ile bulabilmektedir. Bu durum da onun aklının karışmasına neden olmaktadır.

A ŞAHIS iş arkadaşı B ŞAHIS’tan artık açık açık hoşlanmaktadır fakat evli bir kadının başka birisine karşı böyle bir his beslemesi hem kültürüne hem de inançlarına aykırıdır. Fakat ne kadar kendisini sıkarsa sıksın, içinden imkânsızlık telkinleri verirse versin, her geçen gün daha fazla yakınlaşmakta, gözlerine aşk ile bakmaya başlamaktadır.

B ŞAHIS bu durumu fark etmeye başlar, kendisinin de kültürüne ve inançlarına ters düşecek bu ilişkiyi kabullenemez, yapmamalıdır ve yapmayacaktır da… B ŞAHIS, A ŞAHIS’ın kendisine olan hislerini ve psikolojik sorunlarını fark ederek kendisine önlemler almaya başlamıştır…”

Yukarıdaki olaydaki gibi bir olayda herkes bir karakter olabilir. A ŞAHIS, B ŞAHIS ya da C ŞAHIS şimdi hangisi bu durumda nasıl davranmalıdır. Böyle bir olayla karşılaşıldığında en doğru davranışın ne olacağını anlatalım.

Bu olayda C ŞAHIS olmak!

C ŞAHIS eşi A ŞAHIS’ın iş yerinde etkilendiği erkekten habersizdir. Fakat her erkek eşine karşı hoşgörü ve sevgi ile yaklaşmalı, karakter sahibi, ilgili ve bilgili bir kişi olmalıdır. Böyle olan bir erkek eşinin gözünde yüksek değer sahibi olacaktır. A ŞAHIS eşi C ŞAHIS’tan daha fazla kazanıyor olsa dahi eşinin güzel davranışlarını trilyonlara değişmeyecektir. Dinimizde de kadının değeri çok büyüktür. Peygamber Efendiniz (s.a.v.): “Cennet annelerin ayakları altındadır.” Demiştir.

Mu'âviye (r.a.)'den anlatıyor: "Ey Allah'ın Resulü! Dedim, bizden her biri üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?''
"Kendin yiyince ona da yedirmen, giydiğin zaman ona da giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etmemen, evin içi hariç onu terk etmemen."

Hadis-i Şerif’i yanı sıra Allah (C.C.) Kelam-ı Kadim olan Kur’an-ı Kerimde de şöyle bahsetmektedir:

“Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlanıza dilediğiniz gibi varın. Kendiniz için (geleceğe hazırlık olarak güzel davranışlar) takdim edin. Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki elbette O'na kavuşucusunuz. İman edenlere müjde ver.” (Bakara/222)

Bu olayda A ŞAHIS olmak!

Eşi tarafından güzel davranışlar göremeyen, sevgiye muhtaç, sevilmek isteyen bir kadın olmak gerçekten de zordur. Fakat eşinin dışında bir kişinin ilgisine talip olmak hiç de hoş bir davranış değildir. Hem kültürümüze aykırı hem de dinimize aykırıdır. Böyle bir davranış sergilemek yerine, eşiyle arasındaki sorunları gidermeye çalışmalı, daha hoşgörülü davranmalı, özellikle bol bol konuşarak sorunları gün yüzüne getirmelidir. Yine psikolojik bir destek almak da faydalıdır. Çünkü aldatmak, bir anlık gaflete kapılarak nefsin isteklerini kabul etmek kötü sonuçlara mal olabilir. Evi ve yuvasını kaybedebilir, halk arasındaki itibarını yitirebilir ve en kötüsü ise çocuğunun gözlerinin içine bir daha sevgiyle bakamayabilir. Böyle bir fikre kapılmış olan ya da kapılabilecek olan bir kadın öncelikle çocuğunun yüzüne namuslu bir anne olarak bakamam demelidir.

Dinimizde evlilik dışında birliktelik de son derece günahtır. Hele ki bir kadının bunu yapması onun için daha büyük bir günahtır. Allah (C.C.) Kur’an-ı Kerim de şöyle buyurmaktadır: “Kadınlarınızdan zina edenlere karşı, içinizden dört şahit getirin. Eğer onlar, şahitlik yaparlarsa, bu kadınları, ölüm alıp götürünceye kadar veya Allah onlara bir çıkış yolu açıncaya kadar evlerde hapsedin.” (Nisa/15)

Bu olayda B ŞAHIS olmak!

Böyle bir olayla karşı karşıya kalıp da karşıdaki kadının ailesel ve psikolojik sorunlar nedeniyle kendisine yakınlık hissetmeye başladığını hisseden B ŞAHIS artık daha dikkatli olmalıdır. Çünkü kadınlar fıtratları gereği nefislerine çabuk yenilebilen kişilerdir. Bu sebepten dolayı onunla ilişki konusunda ciddi sınırlar konulmalıdır. B ŞAHIS, A ŞAHSA karşı bir ilişkisi olduğunu, çok mutlu olduğunu ve eşini çok sevdiğini vurgulamalı, mutluluk pozları ile bunları süslemelidir. Yine kalabalık içinde bu tarz ilişkilerin ne kadar kötü olduğunu anlatmak, insanların kötü gözle bakacağını konuşmak ona psikolojik mesajlar vermektir. Bu durumda karşıdaki kişi bu ilişkinin kötü olacağını, zaten duygularına karşılık bulamadığını, bulmuş olsa bile toplumda kınanarak karşılanacağını düşünerek bu fikirden uzaklaşacaktır.

B ŞAHIS’ın bu tarz ilişkileri toplum içinde kınayarak konuşması, hoş bulmaması, dine ve kültüre de uygun olmadığından bahsetmesi A ŞAHIS’ın hislerini tamamıyla köreltecek ve ailesine dönmesini, eşiyle mutlu olmasa bile çocuğuyla ilgilenmesini sağlayacaktır.

İnsanoğlu şeytanın oyunlarına maruz kalarak ve nefsin bitmez tükenmez isteklerine göğüs germeye çalışarak yaşam sürmektedir. Bu hayatta her insan hata yapabilmektedir. Önemli olan ise bir hatayı yapmadan fark etmektir. Eğer yapmadan fark edemez ve hatayı işlersek, yapılanın hata olduğunu fark ettiğimiz anda tövbe etmeliyiz.

“Allah'ın kabulünü vaad buyurduğu tövbe, kötülüğü ancak cahillik sebebiyle işleyip, sonra da çabucak vazgeçerek günahtan dönüş yapacak olanların tövbesidir. İşte Allah'ın, tövbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah alîm ve hakîmdir (herkesin içini dışını hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
Yoksa makbul tövbe, kötülükleri yapıp edip de sonra kendilerinden birine ölüm gelip çattığında: "İşte ben şimdi tövbe ettim" diyenlerin tövbesi değil. Kâfir olarak ölen kimselerin tövbesi de değil. İşte öylesi kimselere, çok acı veren bir azap hazırladık.” (Nisa/17-18)

02/12/2013

Engin DİNÇ

16 Kasım 2013 Cumartesi

Engin DİNÇ - Bir Türk Mağlubiyeti

Birilerinin memnun kalması için değil, tüm millet ve Allah (c.c.) memnun kalsın diye yazıyorum bunları…

Bir ülkede 15 yıl önce dağda medeniyet dışında yaşayan, askere silah sıkan adamlar bugün konvoylarla, makam araçlarıyla taşınıyorsa barış gelmiş demek değil, dağdaki savaşı kazanmış demektir. Eğer bir savaş bitmişse bir taraf kazanmıştır. Kazananları tebrik ediyorum! Yapacak bir şey yok Anadolu'daki 1000 Yıllık TÜRK iktidarına bir mağlubiyet daha eklensin...

Barışı sonuna kadar destekliyorum lakin topraklarımda başka bir milletin bayrağının özgürce dalgalanmasından ve buna kardeşlik adı verilmesinden memnun değilim. Bende haykırıyorum: "Biji Tirk-Kürt birayetî" Lakin ben tek bayrak-çok millet diyenlere kardeş diyebilirim. Onlarca bayrak onlarca millet bir araya gelmesi için devlet değil birlik olması lazımdır. Anadolu ya da Ortadoğu Birliği adında bir birlik kuruldu da biz mi bihaberiz?

Bugün Türk-İslam Birliği için kılını kıpırdatmayanlar çıkıp da oy kaybetmemek için bunları yapıyorlar. Nur Cemaati’nin desteğini azaltması üzerine Semerkand’a yanaşmaya başlayan siyasetçiler çok şükür ki Seyyid Hazretleri’nin “Bizler siyaset içinde olmayız. Siyaset için değil Allah (c.c.) rızası için birleşiriz. Biz ancak hayırlısı olması için dua ederiz.” Demesiyle elleri boş dönmüşlerdir.

Madem böyle istekler kabul görecek o zaman taleplerimi sunuyorum:

- Türk-İslam Birliği Kurulsun.
- Büyük İslam Locası Kurulsun.
- Ayasofya Camii olarak ibadete açılsın.
- Kanunlar yenilensin ve isteyen için İlahi dinler çerçevesinde hangi dine mensup olursa olsun, dinine ve inanç esaslarına göre yargılama yapılsın.
- Halifelik tekrar getirilsin ve İslam’ın bir dini lideri olsun ve şeraiti kuralları uygulama yetkisi bulunsun.
- Tekke, Zaviye ve Medreseler ya açılsın ya da burada verilen eğitim, günümüzün eğitim kurumlarına da girsin.
- Üniversitelere öğrenci seçmek ya da kamu personeli seçmek için yapılan sınavlarda verilen eğitimler gereği dini bilgileri de içeren sorular sorulsun.
- Kamu kurumlarına zorunlu olarak ibadethane ve kreş yapılsın.

Daha binlerce talep sıralanabilir. Bu talepler gibi ülkemizde dile getirilemeyen, getirilse de kulak ardı edilen talepler vardır. Ama bilinmelidir ki bugün bunların hayal olarak gözünüzün önünde canlanması, bir gün gerçekleşmesinin engellenemeyeceğine eşdeğerdir.

Siyasi otoritenin korunması için yapılan bu gövde gösterilerinin siyasi açıdan güzel olduğunu söylemek mümkün olsa da şunu da bilmek gereklidir ki bir tarafın seviniyor olması diğer tarafın bu durumdan memnuniyetsiz olmasıdır. Demek istemem şu ki Kürt Milliyetçilerini memnun ederken, Türk Milliyetçilerini kendinizden uzaklaştırıyorsunuz. Kime yakın olmak kimden uzak durmanız gerektiğine dikkat etmelisiniz. Bir ayet-i kerime ile Allah (c.c.) şöyle uyarmıştır.

“Ey iman edenler! Sakın şeytanın izinden gitmeyin. Her kim şeytanın peşinden giderse bilsin ki o kendisinden hep fena, çirkin ve meşrû olmayan şeyleri yapmasını ister. Eğer Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, sizden hiçbiriniz asla temize çıkamazdı. Ancak Allah dilediğini temizleyip arındırır. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.” (Nur/21)

Dünyanın hükümdarı, adalet ile hükmedecek tek millet Anadolu insanlarının oluşturduğu millettir ki biz bunu daha önce yaptık, tekrar yapabiliriz. Bunun gerçekleşmesi takdir-i ilahi’dir. İslam bayrağını dalgalandıracak, yere değdirmeyecek tek millet bu toprakların milletidir. Otoritesini korumak isteyen bu millete yakın dursun. Artık bu topraklar cahiller değil, Farabi’ler, İbn-i Sina’lar, Mimar Sinan’lar yetiştiriyor. Kırk yaşına gelmeden ne siyaset yapabilir, ne ülke yönetebilir diyerek düşünenler ilk kayba uğrayanlar olacaktır. Akın akın, önü kesilemeyen, dev ve güçlü bir gençlik geliyor. On sekiz-Yirmi beş yaş arası öylesine bir güç var ki bu topraklarda bunun farkında olmayanlar hala eski siyaset oyunlarıyla iktidarı koruma çabasındalar.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Ay-Yıldız’lı bayrağının yanında bir gün Türk-İslam Birliği Bayrağı da dalgalanacaktır. Büyük İslam Locası kurulacak ve tüm karanlık güçlere karşı aydınlık, İslam ve Kur’an nuruyla nurlanmış bir topluluk var olacaktır. Değil Ayasofya’nın Camii olarak ibadete açılması bu gençlik bir gün Vatikan’da namaz kılacaktır. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın yeminidir ve Allah (c.c.) yemininden dönmez.
Allah’ın (c.c.) kurallarını dünyanın saltanatı için satmayın. Kendinizi o büyük ateşin göbeğine bile bile atmayın.

“Önemsiz bir menfaat karşılığında, Allah'a verdikleri ahdi ve yeminlerini bozanların âhirette hiçbir nasipleri yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak. Onların yüzlerine bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onların hakkı çok acı bir azaptır.” (Al-i İmran/77)

16/11/2013

Engin DİNÇ

6 Kasım 2013 Çarşamba

Engin DİNÇ - Mezhepsizlik

Lisede bir kıza gizli gizli âşıktım. O kız bana:

-Evleneceğim adam biraz esmer olmalı, top sakallı olmalı, bir de kesinlikle Alevi olmalı demişti.

İşte o gün Alevi - Sunii diye ayıranlar kimse onlara binlerce kez bela okumuştum. Çünkü evlilik Allah'ın (c.c.) emriydi ve biz O'nun (c.c.) emrine uyup rızasını istemekten çok bir kaç imamın rızasını istiyorduk. Alevi de olsak, Sunii de olsak samimi bir Müslüman değildik!

Çocukluk aşkı işte şimdi daha iyi anlıyorum ne kadar da olgun bir çocukmuşum ben ki hala fikirlerim değişmedi...

Değişmedi hala aynı fikirlerin sahibiyim ve tahmin ediyorum ki bu fikirler ölene kadar da böyle devam edecek. Biz ne kadar da samimiyetsiz insanlarız! Her yaptığımız iş sözde Allah’ın (c.c.) rızasına nail olmak için değil mi? Yalancılıktan da korkmuyoruz!

Allah’ın (c.c.) rızasının nasıl kazanılabileceği Kelam-ı Kadim olan mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim de açıkça anlatılmışken biz bize yol gösterdiğine inandığımız bizi belli kalıplar içine sokarak yüzümüzü Allah’a (c.c.) değil de paraya, şöhrete, nama-şana çevirenlerin peşine düşmüşüz. Bidat ehli olmuşuz da Kur’an ehli olmayı unutmuşuz. Allah’ı (c.c.) sevmek için illa da bir kalıba girmek gerektiğine, bir imamın gösterdiği usuller ile ibadetin şart olduğuna inanmışız. Şimdi soruyorum ki biz Allah’a (c.c.) ve O’nun birliğine mi inandık yoksa mezhep imamlarının bizlere şöyle yapın, böyle yapın demesiyle oluşturdukları mezheplere mi inandık? Daha derin bir soru soracak olursak biz Allah’a (c.c.) mı iman ettik, ”Bize yol gösteriyorlar” dediğimiz imamlara mı iman ettik?

Bir kimsenin nasıl inanması gerektiğine, nasıl iman etmesi gerektiğine karışmak istediğimden değil lakin bir kitlenin, bir grubun birleşerek başka birisini yanlış kabul ederek inanmasına karışıyorum…

Herkesin bir mezhebi var. Biliyorum ki bu yazıyı okuyan herkes de beni din düşmanı, dinsiz, ateist, bilmem neist ilan edecektir. Çünkü gerçek şu ki ben bir mezhep imamına laf söylesem beni öldürmeye kalkarsınız, ama Allah’a (c.c.) (Hâşâ) küfreden olsa kimse gık demez… Şimdi kendimizi bir sorguya çekelim, alalım nefsimizi karşımıza bir elimizde silah, bir elimizde bıçak nefsimizle kanlı bir savaşa girişelim. Soralım nefsimize sen Allah (c.c.) rızası için mi ibadet ettin, mezhebindeki imam ne demişse ona göre mi ettin? Sen aslında Allah’ın (c.c.) rızasını mı istemiş oldun yoksa imamın rızasını mı istemiş oldun?

Bugün birçok imam bir kimsenin nasıl ibadet etmesi gerektiğini, nasıl imanlı olunacağını, kaç rekât kılıp kaç rekât kılmayacağını Kur’an-ı Kerim’e, Hadis-i Şerif’lere dayanmadan anlatıp duruyor. Böyle de yapılmazsa kabul olmaz demeden de geçmiyor. O kimseler için güzel bir kıssa anlatmak istiyorum:

Bir gün H.Z. Davut (a.s.) dere kenarında gömlek yıkayan bir adam görür. Adam hem gömleği çitiliyor hem de “Yarabbi! Keşke senin de gömleğin olsa da yıkasam.” Diyor. Bunu duyan H.Z. Davut (a.s.) “Bu nasıl laf Allah’ın (c.c.) gömleği olur mu O (c.c.) bunlardan münezzehtir.” Dediğinde bir vahiy geliyor ve Allah-u Teâlâ H.Z. Davut’a (a.s.) şöyle buyuruyor: “Ey Davut bırak kulum beni nasıl isterse öyle sevsin.”

Demem o ki o imam bu imam benden razı olmasında, önce Allah (c.c.) sonra da Peygamber Efendimiz H.Z. Muhammed (s.a.v.) razı olsun bana Elhamdülillah…

06/11/2013

Engin DİNÇ

22 Ekim 2013 Salı

Engin DİNÇ - Miracım Namaz

Hep denir ya namaz Müminlerin miracıdır diye. Ne kadar da doğru bir söz değil midir? Namaz en önemli ibadetlerimizden bir tanesidir biz her ne kadar onu önemsemesek de…

Hasan-ı Basrî’den (r.a.) rivayet edilen bir hadis-i şerif de Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Beş vakit namaz, sizden birinizin evinin önünde akan, suyu bol olan ve onda beş vakit yıkandığı bir nehre benzer. Böyle bir kimsenin üzerinde kirden eser kalır mı?”[1] Bu hadis-i şerifte açıkça anlatılmış ki namaz bizim hem ruhumuzu temizliyor hem de bedenimizi… Namazdan evvel aldığımız abdest bizim bedenimizi temizlerken, namaz ile de ruhumuzu arındırıyoruz. Namazı kılarken de tadil-i erkân ile kılmak ve namazı tam anlamıyla namaz yapan bütün inceliklere dikkat etmeliyiz.

Râfî bin Hâlid’ten (r.a.) rivayet edilen bir hadis-i şerif şöyledir:
“Bir gün Resûlullah’ın (s.a.v.) etrafında halka kurmuş oturuyorduk. Bu sırada bir adam mescide girdi. Kıbleye yöneldi ve namaz kıldı. Namazını bitirince gelip Resûlullah’a (s.a.v.) ve orada bulunanlara selam verdi. Resûlullah (s.a.v.) o kimsenin selamını aldı ve:
-Dön tekrar namaz kıl, sen namaz kılmış olmadın, buyurdular. O adam döndü tekrar aynı şekilde namaz kıldı. Sonra gelip Peygamber’e (s.a.v.) selam verdi. Peygamber (s.a.v.) onun selamını aldı ve:
- Geri dön namazını tekrar kıl; çünkü senin namazın olmadı, buyurdular. O kişi bu durumu üç sefer tekrar etti ve dedi ki:
-Çok gayret ettim, ama namazdaki kusurumun ve eksikliğin ne olduğunu anlayamadım. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.)şöyle buyurdu:
-Allah Teâlâ’nın emrettiği şekilde abdest almayan kimsenin namazı tamam olmaz. Bunun için, namaz kılmak isteyen kimse önce yüzünü sonra ellerini dirseklerle beraber yıkamalı, ardından başına meshetmeli ve sonra da ayaklarını aşık kemiklerine kadar yıkayarak abdestini almalıdır. Namaz kılacağı zaman tekbir alır, Allah’a hamd eder (Fâtiha), Kur’an’dan kolayına geleni okur. Sonra tekbir getirerek rükûya varır. Avuç içleri ayak kapakları üzerine gelecek şekilde durur. Ardından doğrulur. Rükûdan kalkarken “Semiallahü limen hamidehu” (Allah kendisine hamd edeni işitir.) der. Tam doğrulduğu ve beli dimdik olduğu zaman tekbir alarak secdeye varır. Alnını yere iyice bitiştirir. Bütün azaları sükûn bulana dek secdede kalır. Sonra makatının üzerine oturacak ve beli doğrulacak şekilde oturur.
Resûlullah (s.a.v.) adama namazın dört rekâtının da nasıl kılınacağını anlattıktan sonra şöyle dedi:
- Böyle yapmadığınız takdirde namazınız tamam olmaz![2]

Namaz İman eden için öylesine büyük bir öneme sahiptir. Namaz kılmayı TV’de film izlerken reklam arasına, cenazeden cenazeye ya da teravihlere bırakmamalıyız. Gün içerisindeki planlarımızı yaparken vaktimizi beşe bölmeli ona göre planlar yapmalıyız. Namazın hayatımıza getirdiği düzeni görüp de kendimize hayret edeceğiz. Bir kimse gününü beş vakte göre ayarlarsa ne kadar çok zaman kaldığını görecek, güç içerisinde daha fazla iş yapacak ve hiç yorulmayacaktır. Namazın kılınma vakitlerinde bile bir ilahi kudret vardır. O vakitlerde abdest alınarak kılınan namaz sonrasında beden kendisini yeniler ve yorgunluk hissiyatı bulunmaz.

Namaz kılmak için çokça yol yürümeli, çokça adım atmalı, gidilecek en uzaktaki mescide giderek namaz kılmalı ve yol boyunca gördüklerimizden ibret alarak Allah’a (c.c.) tefekkürde bulunmalıyız.

Câbir Bin Abdullah (r.a.) buyuruyor ki:
“Bizler Mescid-i Nebevî’nin yakınına taşınmak istedik. Mescidin etrafında boş ve geniş bir arazi vardı. Bu durum Resûlullah’a (s.a.v.) iletilmiş. Resûlullah (s.a.v.) kaldığımız yere geldi ve :
-Ey Selemoğulları! Bana ulaşan bilgilere göre; Mescid’İn yakınına bir yere taşınmayı düşünüyormuşsunuz! Dedi, bizler:
- Ey Allah’ın Resûlu! Mescid bize uzak kalıyor, ayrıca Mescid’İn etrafında da boş bir arazi var, dedik. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
- Ey Selemoğulları! Vatanınızda kalınız, çünkü mescide gelirken attığınız her adıma karşılık sevap vardır.
Resûlullah’ın (s.a.v.) bu sözünden sonra Mescid’İn yakınına gelmekten vazgeçtik.”[3]
Hasan-ı Basrî’nin (r.a.) rivayet ettiğine göre Nebî (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyamet günü kul ilk olarak namazdan hesaba çekilir. Eğer onları tam ve düzgün olarak yapmışsa hesabı kolay olur. Eğer hesabı görülen kimsenin farz namazlarında eksiği varsa Allah; “Kulumun nafile namazlarına bakın ve farzdan eksiğini nafilelerle tamamlayın.”buyurur. Bu yolla namazın hesabını verebilirse, diğer amellerin hesabı kolay görülür.” [4]

Namazda gevşeklik göstermenin dünyada, ölüm anında, kabirde ve ahrette olmak üzere dört yerde cezası vardır. Bunlar;
Dünyada verilen cezalar:
- Kazancı ve rızkındaki bereket kaybolur.
- Onun diğer amelleri de kabul olunmaz.
- Yüzündeki nur gider ve insanların nefret ettiği birisi olur.
Ölüm anında verilen cezalar:
- Can verirken şiddetli bir susuzluk çeker.
- Şiddetli bir açlık çekerek ölür.
- Ölümü pek çetin olur.
Kabirde verilen cezalar:
- Münker ve Nekir’in zorlu sorgulamalarıyla karşılaşır.
- Kabirde karanlık içinde olur.
- Kabri ona daraldıkça daralır.
Kıyamet gününde verilen cezalar:
- Zorlu bir hesaba çekilir.
- Rabbinin öfkesiyle karşılaşır.
- Cehennem azabına çarpılır.[5]
20/10/2013
Engin DİNÇ



[1] Müslim nr. 668; Ahmed, el-Müsned 2/426
[2] Buhârî nr. 757; Müslim nr. 397.
[3] Müslim nr. 665, Ahmed, el-Müsned 3/333,371, İbn Hibbân, es-Sahîh nr. 2040
[4] Ebû Davut nr 864, İbn Mâce nr. 1425, Ahmed, el-Müsned 4/65,103,5/72,377, Hâkim, el-Müstedrek 1/262
[5] Edü’l Leys es- Semerkandî – Gönül kitapları serisi – Miracım namaz ve ibadetli kıssalar sf. 14-15

23 Eylül 2013 Pazartesi

Engin DİNÇ - Tarihte İlk Halkla İlişkiler

Son yüzyılın en önemi bilimi olarak karşımıza çıkan Halkla İlişkiler konusunda birçok tanım yapılmıştır. Bunun en meşhurlarından bir tanesi Rex Francis HARLOW’un tanımıdır:

“Halkla İlişkiler, bir kurum ve kamusu arasında karşılıklı iletişim, kabul ve işbirliğini kurma ve sürdürmeye yardımcı olan kendine özgü yönetim fonksiyonudur: problem ve konu yönetimini içerir; yönetimin bilgilenmesine ve kamuoyuna cevap verilmesine yardım eder; kamu yararına hizmet etmesi için yönetim sorumluluğunu tanımlar ve vurgular; eğilimleri önceden kestirmede erken bir uyarı sistemi gibi hizmet ederek yönetimin yeni gelişmeleri öğrenmesi ve etkili bir biçimde değişimi sağlamasına yardım eder ve temel araçlar olarak güvenilir ve etik iletişim ve araştırmayı kullanır.”

HARLOW’un bu tanımının yanı sıra diğer bir Halkla İlişkiler uzmanı Scott CUTLİP’in şu tanımı da önemlidir:

“Halkla İlişkiler, bir örgütün başarı ve başarısızlığının kendilerine bağlı olduğu çeşitli kamularla, bu örgüt arasında karşılıklı yarara dayanan ilişkileri kuran ve sürdüren bir yönetim fonksiyonudur.”

Bu tanımların çerçevesinde düşünmemiz gereken asıl konu şu ki; Halkla İlişkiler aslında ne zaman ortaya çıkmıştır? Bu konunun resmiyetine bakıldığında profesyonel anlamda Halkla İlişkilerin 1800’lü yıllarda ABD’de ortaya çıkmış olduğu savunulsa da insanlığın var oluşundan bu yana Halkla İlişkilerin de var olduğu kanısındayım.

Ülkemizde Halkla İlişkiler; Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle başlamış yapılan devrimlerin halkla kabul ettirilmeye çalışılma amacıyla bir propaganda şeklinde olmuştur. Yapılan devrimleri ilk uygulayan yine yapanlar olmuş, şapka devrimi gerçekleştiğinde M.K. ATATÜRK şapka takmış, kılık kıyafet devriminde yine kendisi ilk günümüzün klasik elbiselerini giymiştir. Yine çeşitli toplantılarla devrimleri halka anlatmaya ve yapılanları kabul ettirmeye çalışmıştır.

M.K. ATATÜRK ayrıca 1923 yılında Balıkesir’in Zağnos Paşa Camiinde hutbeye çıkmış ve halka hitap etmiştir. (Prof. Dr. İrfan ERDOĞAN / 2006)

İrade-i Milliye ve Hâkimiyet-i Milliye gazetelerinin çıkartılması, Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü’nün ve Anadolu Ajansı’nın kurulması Halkla İlişkiler alanında yapılan girişimlerdir.

Tarihe bakıldığında Osmanlı Devleti’nde Divan-ı Hümayun’un şikâyet kaleminin bulunması, muhtesiplik uygulaması ve sultanın tebdil-i kıyafet (sivil kıyafetle dolaşma) ile halkın arasına katılarak sorunları dinlemesi de ilk Halkla İlişkiler örneği olarak gösterilebilir.

Geriye doğru gidersek, İslamiyet’in gelmesiyle camilerde okutulan hutbeler yine ilk Halkla İlişkiler olarak nitelenebilir. Yine Hıristiyan din görevlilerin “Günah Çıkartma” olarak bilinen fakat aslında Hıristiyan din görevlilerinin almış oldukları psikoloji eğitimleri gereği kamusuyla yani dinine mensup olan kişilerle irtibat halinde olarak yaptıkları yanlışlardan dönmesi ve dininin gereğine göre yaşaması için telkinlerde bulunması da ilk Halkla İlişkiler örneği olarak alınabilir.

Aslında Halkla İlişkiler, ilahi emirlerle var olmuş ve ilk insandan günümüze kadar bir şekilde gerek değişimler yaşayarak gerekse sistemleşerek devam etmiştir. Halkla İlişkilerin en önemli özelliği devamlı ve sistemli oluşudur. Bu durumda düşünüldüğünde Allah (c.c.)  tarafından hangi din ya da peygamber olursa olsun göndermiş olduğu ilahi emirleri de O’nun (c.c.) kamusu yani kullarıyla bir ilişkisi olarak kabul edilebilir.

İlk Peygamber Hazreti Âdem’in (a.s.) temelini attığı ve Hazreti İbrahim’in (a.s.) bugün ki halini verdiği Kâbe de daima insanları duruşuyla Allah’ın (c.c.) doğruluğuna ve birliğine davet etmesiyle ve insanların akın akın ona gitmesiyle Halkla İlişkilerin ilki olarak kabul edilebilir.

Halkla İlişkileri, ticaret, siyaset gibi alanlarda kullanarak halkın konu üzerindeki tepkisini ölçmek ve sonuca göre önlemler almak olarak nitelendirmek son derece yanlıştır. Çünkü Halkla İlişkilerin alanı sanıldığından daha geniştir. Kitle iletişim araçlarının sağlayamayacağı manevi bağlar da Halkla İlişkiyi sağlamaktadır. Buna bir diğer örnek de binlerce yıl önce inmiş olan ilahi emirlerin günümüzde varlığını sürdürmesidir. Bu emirler daim olarak devam etmekte ve her bireyde farklı etki yaratmış olsa da mesajın asıl amacı ruhaniyetle ilahi yaratıcının kudret ve gücünü kamuya yani kullarına anlatmasıdır.

Sevgili dostum Murat ŞAHİN’e sordum: “Halkla İlişkiler ne zaman başlamıştır?” şöyle yanıtladı:

“İkinci insanın yaratılmasıyla ilk Halkla İlişkiler başlamıştır. İlk Halkla İlişkiler uzmanları da kuşkusuz peygamberlerdir.”

Görünen o ki Halkla İlişkiler, sanıldığı gibi iletişim araçlarındaki gelişimler çerçevesinde Reklamcılık, Propaganda gibi alanlardan da faydalanarak bir tanıtım, bilgilendirme, etki-tepki alma aracı değil. Dünyanın ve evrenin var oluş amacının gerçekleşmesi için bireyin başka bir bireye gerçeği ve ilahiyatı tarif edebilmesidir.

22/09/2013

Engin DİNÇ

8 Eylül 2013 Pazar

Engin DİNÇ - Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz

Yunus Emre Hazretleri ne güzel de demiş;

Gel ey Derviş, Hakkı bulayım dersen,
Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz,
Resulün cemalini göreyim dersen,
Bir kâmil mürşide varmayınca olmaz.

Biz bugün bir kâmil mürşide varmak istiyoruz ama günümüzü mürşitleri artık siyasete bir oyuncak haline ha geldi, ha gelecek durumda… Zaten siyasetle iç içe olan bir kâmil mürşit de beni Allah’ın (c.c.) nuruna ve lütfüne erdirebilecek değildir.

Siyasette yalan vardır, gıybet vardır, riya vardır. Allah (c.c.) dünya malı için yalancılık yapanlar için şöyle buyuruyor: “Kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını daha da ilerletti. Bu yalancılıkları, bu samimiyetsizlikleri sebebiyle bunlara gayet acı bir ceza vardır.” (Bakara/10) Yalancılığın her türlüsü için Allah (c.c.) katında bir ceza vardır. Siyaset için maddi menfaat için Allah’ın (c.c.) hükümlerini yok sayanlar, ayetleri yalan sayanlara elde ettikleri dünya malı kurtuluş olacak mı sanıyorsunuz?
“İnkâr edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara/39)

Şimdi siyaset uğruna ayetleri yalan yorumlayan, siyasetçilere destek veren bir mürşit ne kadar kâmil olabilir onu da düşünüp tartmak lazımdır. Allah (c.c.) katında doğruluk, adalet büyük yer tutmakta iken siyasetçi yalan konuşan, siyasetçi verdiği sözü tutmayan yeri geldiğinde siyasetini sürdürmek için adaletsizlik yapandır. Zina yapan, hırsızlık yapan, adam öldüren ne kadar tövbe istiğfar ediyorsa bunun binlerce mislini her gün siyasetçi yapmalıdır.

Dürüst ol!

Ben de siyasetçi olsam belki de gerek siyasi partinin bekası, gerek makamımı korumak için yalan konuşurum, adam kayırırım, beni destekleyeni iyi yerlere getiririm. Benim yoluma taş koşanları adaletsiz bir şekilde yargılayarak mahkûm ederim. Belki de gayri resmi bir şekilde infaz ederim. Çünkü makam ve mevki nefse tatlı gelir. Makam ve mevki sahibi kimsenin başında şeytan daha fazla dolaşır. Bugün siyasetçi olup da bunlardan hiç birini yapmıyorum diye kimse diyemez; en takva sahibinden en dinsizine kadar kimsenin böyle bir iddiası olamaz. Eğer olsa dahi  Sözünüzü ister içinizde gizleyin, ister açığa vurun, hepsi birdir. Zira Allah gönüllerin künhünü dahi bilir.” (Mülk/13)

Şimdi bir de kamil mürşitler siyasetçilerin oylarını arttırmak için, kendileri de rant elde etmek için cemaatleriyle birlikte siyaseti desteklerse ayet-i kerime de sözü edilenlerden farkı ne olur? Siyaset için yalan konuşanlar Müslüman olabilir mi? Ben bu konuda şüphe duyarım Kütüb-ü Sitte’de şöyle bir Hadis rivayet edilmiştir:
Hazreti Safvan İbnu Süleym’den rivayetle: Ey Allah’ın Resulü! Dedik, “Mü-min korkak olur mu?” “Evet” buyurdurlar. “Peki, cimri olur mu?” dedik. “Evet” buyurdurlar. Biz yine: “Peki yalancı olur mu?” diye sorduk. Bu sefer: “Hayır!” Buyrudurlar.

08/09/2013

Engin DİNÇ

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Engin DİNÇ - İkra

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (Alak/1)

Seni var eden Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını sana gösterdi, rehber olarak Kur’an-ı Kerim’i indirdi ve hem onu nasıl okuman ve anlaman gerektiğini göstermek için hem de üstün kudretini göstermek için hiç okuma-yazma bilmeyen bir peygamber gönderdi.

Evet, hiç okuma-yazma bilmeyen Resulullah (s.a.v.) ilk Ayet-i Kerime’nin kendisine vahyedilmesiyle okumaya başladı. Peki ya sen? Bugün birçok hoca müsvettesi, Darvin teorileriyle, yaradılış hikâyeleri ile insanın nasıl var olduğunu anlatma ve aslında insanları saptırma çabasına girişmişler. Onlar yetmiyormuş gibi birçok kişi de Kur’an-ı Kerim’in varlığından sanki bihabermiş gibi onların dediklerini dinliyor, yollarını tutup cehenneme doğru hızlı adımlarla gidiyorlar.

A Kendini bilmez! Sen daha kendini bilmiyorsun bir de Allah’ın (c.c.) varlığı hakkında fikir sahibi olmaya çalışıyorsun. O’nun (c.c.) hikmetini öğrenmek için cahil, kullanılmış, siyaset malzemesi edilmiş birkaç hocanın peşine düşünüyorsun. Onlar sayesinde belki de makam-mevki elde ediyor, kendine çıkar sağlıyorsun. Bu dünyada kazanıyorsun belki ama aslında en çok kaybeden sensin ve bunun farkında değilsin. Allah (c.c.) sen ve senin gibileri için her gün cehennemine biraz daha odun atıyor…

A satılmış hoca müsvettesi! Ya sana ne demeli? Kelam-ı Kadim bir elinde küfür ve inkâr diğer elinde insanlara vaaz veriyorsun. Yalan sözlerle onların aklını çeliyorsun, eline Allah’ın (c.c.) kelamını almışsın ama şeytanın hizmetinden de ayrılmıyorsun. Seni dünyanın lüksüyle satın alanlar var ya hani, sana makam-mevki bahşedenler, seni dünyanın en büyüğü yapacaklarını iddia edenler... Onların Firavun’dan ne farkı var? Sen Firavun’a askerlik ediyorsun da Allah’a (c.c.) hizmet ediyormuş görüntüsü veriyorsun. Peki, kendini gizliyorsun, insanlar seni hoca bilerek sözüne itimat ediyorlar ya senin gerçekten bir hain olduğunu, şeytanın hizmetçisi olduğunu görenlerden nasıl gizleneceksin? Allah’ın (c.c.) o kullarından hiç mi haberin yok? O kulların laneti, bedduası senin üzerine oldukça senin bu dünyadaki sultanlığının sana ne yararı var? Gün gelip ahrete intikal ettiğinde Cehennem’in har ateşi gürül gürül gürlerken o veli kullar sana karşı şahitlik edecekler; “Bu imanlı gibi görünürdü, eline Kur’an-ı Kerim alırdı da insanları şeytanın peşine takardı.” Diyecekler. O zaman sana bu dünyada lüks yaşam sunanlar yardım edebilecek mi ya da sen onlara yardım edebilecek misin?

Ey cahil! Gün erken geçiyor. Her aldığın nefes senin için şuan zarardır. Bunu kâra çevirmelisin. Tövbe et ve insanlara doğru olanı, gerçek olanı söyle. “Ben yalan söylemiştim doğru olan budur, Allah (c.c.) böyle emretmişti ben size yalan söylemiştim beni affedin.” De. Hem Allah’tan (c.c.) hem de haklarına girdiğin kullardan helallik iste ve bundan sonra da doğru olanları anlat.

Her şeyi okuyan ama “Oku” emrine uymayan…

Senin halin nicedir. Cahilliğin ardına sığınıyorsun. “Ben bilmiyordum bana kimse öğretmedi, bilmediğim şeyden de mesul değilim.” Diyerek kendini kandırıyorsun. Tamam, bilmedin, sana kimse öğretmedi de sende öğrenemez miydin? Hiç araştırdın mı? Kur’an-ı Kerim’i eline aldın da elinden mi çekip aldılar? “Ben Arapça bilmiyorum, okuyamıyorum.” Bahanesi de seni kurtarmaz. Asıl olan Kelam-ı Kadim olan Kur’an-ı Kerim’i okumak değil, emir ve yasakları anlayarak onunla amel etmektir.
Hiçbir zaman Kur’an-ı Kerim’i anlamak için başkasına muhtaç değilsin. Başkasının tefsir ederek sana bir şeyler anlatmasına muhtaç değilsin. Birkaç yalancı hocanın ardına düşerek, onların sahte oyunlarına kanarak yaşamak zorunda değilsin.

Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim de buyuruyor ki: “… Ne kadar az düşünüyorsunuz!” (Mü-min/58) Sen düşünmez misin ki bu mukaddes kitabın indirildiği Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (s.a.v.) hiç okuma-yazma bilmezdi. Hiç okumayı bilmeyen birisi nasıl olurda bu kitabı okur, anlar ve tüm dünyaya bu kitapla nasıl amel edilmesi gerektiğini anlatabilir? Bu apaçık bir mucizedir. Peki, şimdi sen okumasını yazmasını bilen birisisin hem de bu kitabı anlayabileceğin bir dile de tercüme etmişler… Fakat sen onu açıp okumuyor, okuyup anlamıyor, okuyup düşünmüyor ve amel etmiyorsun. Şimdi; “Ben bilmiyorum, bana kimse öğretmedi.” Bahanesinin arkasına sığınman açıkça yalancılık değil de nedir?

A yalancı! Söyle sen Müslüman mısın? Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: “Yalan konuşan bizden değildir.” Sen yalan konuşuyorsun, o halde sen nasıl Müslüman’sın? Kör değil isen, deli değil isen, tabi geri zekâlı da değil isen aç ve oku. Orada senin hayrına olan her şey yazılıdır.

Sapıklar! İçki içiyorsun bunu marifetmiş gibi gösteriyorsun, çarşaf giyene küfrediyorsun, sarık takana yobaz diyorsun. Aynada bir kendine bak açık bacakların, boyalı suratın, sivilceli sırtın çok mu güzel sanıyorsun? Başka insanları kınamak yerine kendine neden çeki düzen vermiyorsun? Allah’ın (c.c.) yapılmasını istemiyorum dediği her şeyi yapıyorsun ve buna medeniyet diyorsun. Bunun adı deliliktir. Sen ya delisin, ya Müslüman değilsin. Deli isen zaten İslam’da sorumlu tutulmazsın. Ama Müslüman’ım diyorsan ve bunları yapıyorsan senin Müslümanlığından şüphe edilebilir. Müslüman olan Müslümanlığın emir ve yasaklarına uyar. Sen uymuyorsun bir de İslam olma iddiasında bulunuyorsun. İslam’ın emirlerine uymuyorsun, uymadığın gibi uyan insanları da hor görüyorsun, yobaz diyorsun. Allah (c.c.) sen ve senin gibileri için Cehennem’inin ateşini arttırsın inşAllah.

“Zalimler için yaşasın Cehennem.” (Bediüzzamam Said Nurs-i K.S.)

26/08/2013

Engin DİNÇ

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Engin DİNÇ - Akbaba Ölümden Kurtarmaz!

“Rabiatul Adeviyye Meydanı’nı dolduran darbe karşıtları işaretin anlamını:“Bunun Adı ‘Rabia İşareti’dir. Meydanın adı olan ‘Rabia’ Arapça’da ‘dördüncü, dört’ demektir. Bu meydanın adına vurgu yapmak için bu işareti yapıyoruz. İkinci önemli konu Muhammed Mursi, Nasır, Sedat ve Mübarek’ten sonra dördüncü Cumhurbaşkanı oldu. Onu da hatırlamış oluyoruz. Ayrıca Tahrir Meydanı’nda darbeye destek vermek için toplananlar zafer işareti yapıyor. Biz onlarla bir olamayız. Onlardan ayrılmak için bu işareti yaygınlaştırıyoruz” şeklinde açıklıyor.”

Mısır da katliamlar sürüyor, Hizbullah lideri televizyon kanalında Suriye’ye destek olmak gerektiğini ve 10.000 askeriyle birlikte Suriye’ye gideceğini açıkladı. İslam İslam’ı vuruyor, bir Müslüman başka bir Müslüman’ı tekbir sesleriyle vuruyor.

Bu durumun en vahimi ise Amerika’nın, Avrupa Devletleri’nin oralardaki kanı durdurabilecek güçler olduğuna inanılması başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere birçok Müslüman devletin yetkililerinin kınamaktan başka hiçbir girişimde bulunmaması.

Akbaba Ölümden Kurtarmaz!

Bu cümleleri ABD ve diğer emperyalist devletlerden medet umanlara söylüyorum. Akbaba ölecek olan birisini ölümden kurtarmaz! Ölmesi için sabırla bekler ve onun ölüsüyle karnını doyurur.

Şşth Sessiz olun Müslümanlar uyuyor!

Müslüman olmaktan gurur duyanlar Peygambersiz Müslümanlık yapıyorlar. Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: "Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez ve onu yalnız bırakmaz. Zulme teslim etmez." (Buhari, Mezalim, Müslim) Peygamber Efendimizin Hadis-i Şeriflerine uymadan Müslümanlık yapmayın, Müslüman’ım diyerek halkın manevi duygularını sömürerek kendinize rant elde etmeyin.

Türkiye Cumhuriyeti’ne Talimat…

Bu devletin var edicisi milletin bir parçası olarak, Hükümetin yerine getirmesi görevler çerçevesinde halkın isteklerini yerine getirmek olduğu ilkesine dayanarak talimatımdır: Türkiye Cumhuriyeti diplomatları Mısır’a gitsin. Ölecek dahi olsalar gitsinler, eğer çözüm olmaması halinde Ordu Mısır’a gönderilsin. Akan kan benim kardeşiminken ben birkaç akbabaya kardeşimi yem yapmam! Sende Müslüman’ım diyorsan yapma…

Engin DİNÇ

17/08/2013

20 Mart 2013 Çarşamba

Engin DİNÇ - Namazda Hûşu


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Rahman ve Rahim olan Allah(C.C.)’ın adıyla. O(C.C.)’nun adıyla başlamayan hiçbir şey ile O(C.C.) hakkında söz edilemez. O(C.C.) birdir.

“De ki: O Allah Birdir.” (İhlâs/1)

O(C.C.) bana, sana, herkese; her kim olursa olsun ona şah damarından daha yakındır.

“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf/16)

Namaz kılan herkesin en çok sıkıntıda olduğu konulardan bir tanesi de namazdan gereken feyzi alamamak, namazın hazzına erememektir. İnsan zihni gece gündüz düşünmekle meşgul olduğundan namaz sırasında hiçbir şey düşünmeden namaz kılmak imkânsız bir hale gelmektedir. En büyük evliyalar dahi hayatları boyunca iki rekât namazı hiçbir şey düşünmeden kılamadıklarını söylemektedirler.

Namaz kılan bir kimsenin dikkat etmesi gereken hususlar vardır. Bunlar; Huzuru Kalb, Tefehhüm, Tazim, Heybet, Reca ve Hayâ’dır. Şimdi bunları teker teker açıklayalım.

Huzuru Kalb: Okuduğunu düşünmek. Namaz sırasında okuduğumuz duaları kalbimizin içine akarcasına düşünmektir.

Tefehhüm: Okuduğunu düşünüp anlamaktır. Namaz sırasında okuduğumuz duaların ne manaya geldiğini düşünmek, anlayarak söylemek ve söylediğimiz her ayette kalbi sevgi beslemektir.

Tazim: Saygı duyarak Rabbimizin huzurunda olduğumuzun farkında olarak namaz kılmaktır.

Heybet: Saygı ile korkmaktır. Huzurunda olduğumuz Rabbimizin ne kadar kudretli ve güçlü olduğunu bilerek önünde secde etmektir, huzurunda alçalmaktır.

Reca: Ümit ederek kıldığımız namazdan dolayı sevap beklemek, affedilme ümidinde olmak demektir.

Hayâ: Kendinden utanarak kusurlu olduğunu bilmek, affedilmeye muhtaç olduğunu bilmek, affedilme ümidi içerisinde kıldığımız namazı tam ve doğru olarak kılma çabasında olmak demektir.

Namaz kılan bir kimse; kendisini Allah(C.C.)’ın huzurunda hissetmeli ve ona uygun kıyafetler ile O(C.C.)’nun huzuruna çıkmalıdır. Namaz sırasında duyu organlarının tamamı namaza odaklanmalı ve gözler; otururken kucağa, rükûda ayak parmaklarına, kıyamda ise secde edilen yere bakmalıdır. Kulaklarda ise içten okunan dua ve ayetlerin hissiyatı olmalıdır. Bunları yapmak mümkün olsa da düşünmeden namazı eda etmek son derece zordur. Eğer metabolizma gereği düşünmemiz gerekiyorsa o vakit namazın feyzini arttırmak için gözlerimizin önüne Kâbe’yi getirmeli ve okuduğumuz ayetlerin kalbimize nakşedildiğini hissetmeliyiz. Her kelimenin kalbimize girerek oradan bir kötülüğü, bir günahı, şeytanın isini kaybettiğini ve kalbimizin nur ile dolduğunu düşünmeliyiz. Kalbimiz ile Kâbe arasında bir ip, bir bağ varmış gibi hayal etmeliyiz. Böyle yapan bir kimse hem namazının feyzini arttırır hem de mutmain bir kalbe sahip olma yolunda büyük adımlar atar.

Yine namazından haz almak isteyen kişinin namaza başlamadan evvel “La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil’azim” diyerek namaza başlaması da faydalıdır.

Namazın hûşu ile kılınması son derece önemlidir. Çünkü namaz(secde) Rabbimize en yakın olduğumuz yerdir. Resullullah(S.A.V.) namazı hûşu ile kılmaya büyük önem vermiştir. Hatta Hazret-i Âişe validemiz; “Resulullah bizimle konuşur, gülerdi. Ama namaz vakti gelince adeta bizi tanımazdı.” Buyurmuştur. Allah(C.C.) Musa(A.S.)’a vahyettiği bir ayeti kerime de şöyle buyurmuştur: “Ya Musa! Beni andığın zaman vücudun titresin, huşu ve itminan içinde bulun. Dilin beni anarken kalbin başka yerde olmasın, aciz bir kulun efendisinin huzurunda durduğu gibi dur.”

Namazı hûşu içinde kılmak bir kimseyi velilik yolunda büyük adımlar attırır. Öyle ki İslam’ın en büyük velilerinden olan Hazreti Ali(R.A.) sırtına batan hançeri “Ben namaza durunca çıkartın.” Demesi ve o namaza durduğu zaman hançerin sırtından çıkartılması meşhur bir kıssadır. Yine Eshab-ı kiram; “İnsanlar kıyamette dünyadaki namazlarında gösterdikleri huzur, sükûn ve namazdan aldıkları lezzet ölçüsünde haşr olurlar.” Buyururlardı.

Allah(C.C.) bizleri namazlarından haz alarak kalbi ibadetler eden ve cemalinin nurundan yüz çevirmeyen müminlerden eylesin inşAllah… Âmin.

20.03.2013
Engin DİNÇ

12 Mart 2013 Salı

Engin DİNÇ - Kaza namazı olan nafile namazı kılabilir mi?


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Rahman ve Rahim olan Allah(C.C.)’ın adıyla. O(C.C.)’nun adıyla başlamayan hiçbir şey ile O(C.C.) hakkında söz edilemez. O(C.C.) birdir.

“De ki: O Allah Birdir.” (İhlâs/1)

O(C.C.) bana, sana, herkese; her kim olursa olsun ona şah damarından daha yakındır.

“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf/16)

Günümüzün en büyük sorunlarından bir tanesi de kaza namazı olan bir kimsenin nafile namazı kılıp, kılamayacağıdır. Bu konuda birçok âlim zıtlaşmış olsa da ortak nokta namazların hayırlı olmasıdır. Kaza namazı dediğimiz namaz vakit namazlarının gecikmesi sonucu üzerimize borç olarak kalan namazlardır ve kılınması farz olan namazlardandır. Dolayısıyla farz ibadet dururken aynı vakti nafile ibadetle geçirmenin faydası yoktur.

Bu konular üzerine Hazreti Ali (R.A.)’den rivayetle gelen Hadis-i Şerif de şöyle buyrulmuştur: “Farz namaz borcu olanın nafile kılması, doğurmak üzere olan hamileye benzer. Doğumu yaklaşmışken, çocuğu düşürür. Artık bu kadına, hamile de, ana da denmez. Bu kimse de böyle olup, farz namazlarını ödemedikçe, nafile namazları kabul olmaz.” (Kaynak: Abdülkâdir-i Geylanî-Fütuh-ul-gayb m.48) Bu Hadis-i Şerif’i büyük âlimlerden Abdülhak-ı Dehlevî (K.S.) “Bu Hadis-i Şerif gösteriyor ki, farz borcu olanın, sünnetleri de kabul olmaz. Çünkü sünnetler de nafiledir.” Şeklinde açıklamıştır. Fakat şahsi fikrim gereği bu açıklamaya uymama taraftarıyım. Çünkü Hadis-i Şerif de açık olarak sünnetten bahsedilmemektedir. Ayrıca Hanefi mezhebi için sünnet olan ibadetler farz gibi hükümde olup, yapılmaması da günah sayılmaktadır.

Yine konu hakkında Abdülkâdir-i Geylanî (K.S.) Fütuhu’r-Gayb isimli eserinde şöyle bahsetmiştir: “Müminin, en önce farzları yapması lâzımdır. Farzlar bittikten sonra, sünnetleri yapar. Ondan sonra, diğer nafilelerle meşgul olur. Farz borcu varken, nafile ile meşgul olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın sünnetleri(nafile) kabul olmaz.” Görüldüğü üzere büyük İslam âlimleri bu konu üzerinde dururken kılınması gereken namazın öncelikle farz olduğu daha sonra sünnet ve nafile ibadetlerin geldiğidir.
Konu hakkında; Alî ibni Ebî Tâlib(R.A.)’den rivayetle bildiriyor ki: “Resûlullah(S.A.V.) buyurdu ki, Üzerinde farz namazı borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazasını ödemedikçe, Allah-u Teâlâ, onun nafile namazlarını kabul etmez.” Denilmiştir.

Kıyamet gününde hesaba çekilen bir Müslüman kimseye sorulacak ilk sorunun farz namazlar hususunda olacağı ve eğer farz namazları tam değil ise; “Bakınız onun nafile namazları var mı?” sorusu yöneltilecektir. Bu soru sonrasında aklımıza gelen; nafile ibadetin de farz namaz yerine geçebileceği, farz namaz eksiği olanın da nafile namaz kılabileceği anlamına geldiği düşüncesidir ki bu düşünce yanlıştır. Çünkü burada farz namazının eksik yapmış bir kimse için sorulan: “Bakınız onun nafile namazları var mı?” sorusunda kast edilen nafile namaz; farz namazı zamanında kılmayarak o vaktin dışında kılarak kaza etme namazıdır. Daha açık bir söylemle burada geçen nafile namaz aslında kaza namazının yapılıp yapılmamış olmasıdır.

MEZHEPLERE GÖRE KAZA NAMAZI

Kaza namazlarının gecikmesi açısından, kaza namazı borcu olan kimselerin nafile ve sünnet namazlara vakit ayırıp ayıramayacağı konusu, mezhepler arasında ihtilaflıdır.

Şâfiî mezhebinde, kaza borcu olan kimselerin günlük farz namazlar dışında, ister beş vaktin farzı ile birlikte kılınan sünnetler, ister terâvih, teheccüd gibi diğer sünnet ve mutlak nafileler olsun, kaza borcunu tamamlamadıkça, sünnet ve nafile kılarak kaza namazlarını geciktirmeleri haramdır. Ancak bu hükmün anlamı, diğer boş zamanları değerlendirmeyip, sadece sünnet yerine kaza kılarak borçlanı tamamlanması değil; kaza borcu olan kimselerin, sünnet kılacak kadar zaman bile kaza borçlarını geciktirmelerinin câiz olmadığıdır.

Mâlikîlere göre de, günlük farz namazlar ile sabah namazının sünneti, vitir, bayram ve tahiyyetü´l-mescid dışında sünnet veya nafile ile meşgul olarak kaza namazını geciktirenler, günah işlemiş olurlar.

Hanbelîlere göre ise, bu durumda olan kimselerin, gerek beş vakitte farzla beraber kılınan sünnetleri, gerek bunlar dışındaki diğer sünnetleri kılmaları câiz ise de, borcu çok olanların, sabah namazının sünneti müstesna; bunların yerine de kaza namazı kılmaları efdaldir. Sünnet olmayan mutlak nafile ile meşgul olmaları ise haramdır. (1)

Hanefilere gelince: Üzerinde ister az, ister çok, kaza borcu olan kimselerin, gerek farz namazlarla birlikte kılınan revâtib sünnetlerini, gerek Peygamberimizin (S.A.V.) kılınmasını tavsiye buyurduğu terâvih, teheccüd, tesbih, duhâ, tahiyyetü´1-mescid, evvâbîn gibi diğer sünnetleri kılmaları, bu yüzden kaza borçlarının ödenmesi gecikmiş olsa bile, efdal görülmektedir. Sünnet olmayan mutlak nafile namaz kılmak da haram veya mekruh olmayıp; câiz ise de bunların yerine kaza kılmak efdaldir. (2)

Hanefî mezhebinde muteber kaynak niteliği taşıyan ve bir kısmı isim, cilt ve sahife numaraları 2´inci dipnotta gösterilen fıkıh kitaplarında bu husus bu şekilde beyan olunmaktadır. Bu itibarla, kaza borcu olan kimselerin sünnet kılmalarının ahmaklık olduğu; bunların Allah katında makbul olmayıp boşa gideceği gibi sözler, Hanefî fukahasının kaynak olarak kabul ettiği muteber eserlerde yer almayan sözlerdir. Esasen, -yukarıda görüldüğü üzere; Şafiîler dışında diğer üç mezhebe göre de, kaza borcu olan kimselerin sünnet kılmaları câiz; Hanefîlere göre ise efdaldir.

Konuyu özetlemek gerekirse Hanefîlere göre; efdal yani tercih edilen ibadet şeklidir ki bu tercih sıralamasında kaza namazı yine önceliklidir. Kaza namazından sonra Peygamber efendimizin (S.A.V.) önerdiği sünnet namazlar kılınır.

KAYNAKLAR: “(1) Abdurrahman el Cezîrî, a.g.e., 1/491-492. (2) Ahmıed b. Muhammed et-Tahtâvî, a.g.e., sh. 363; ibn Abidin, Reddu´l-Muhtar, 1/493, Bulak, 1272; el-Fetâvâl-hindiye, 1/125, Bulak, 1310; Abdurrahman el-Cezîrî, a.g.e., 1/491-492; Osmanlica Tahtâvî Tercemesi, 2/143; İst. 1285; Zühdü Paşa, el-Mecmûatü´z-Zühdiye, 1/131-132, İst., 1311; Hacı Zihni Efendi a.g.e., sh. 467; Hacı Muhammed Nehif Ef., İlaveli Enisü´l-abidin, sh. 67, İst., 1327; Ahmed Davudoğlu, İbn-i Abidin Tercemesi, 3/152, Ist., 1982; Ö.N. Bilmen, Büyük İslâm İImihali, sh. 183, İst”

12.03.2013
Engin DİNÇ