20 Mart 2013 Çarşamba

Engin DİNÇ - Namazda Hûşu


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Rahman ve Rahim olan Allah(C.C.)’ın adıyla. O(C.C.)’nun adıyla başlamayan hiçbir şey ile O(C.C.) hakkında söz edilemez. O(C.C.) birdir.

“De ki: O Allah Birdir.” (İhlâs/1)

O(C.C.) bana, sana, herkese; her kim olursa olsun ona şah damarından daha yakındır.

“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf/16)

Namaz kılan herkesin en çok sıkıntıda olduğu konulardan bir tanesi de namazdan gereken feyzi alamamak, namazın hazzına erememektir. İnsan zihni gece gündüz düşünmekle meşgul olduğundan namaz sırasında hiçbir şey düşünmeden namaz kılmak imkânsız bir hale gelmektedir. En büyük evliyalar dahi hayatları boyunca iki rekât namazı hiçbir şey düşünmeden kılamadıklarını söylemektedirler.

Namaz kılan bir kimsenin dikkat etmesi gereken hususlar vardır. Bunlar; Huzuru Kalb, Tefehhüm, Tazim, Heybet, Reca ve Hayâ’dır. Şimdi bunları teker teker açıklayalım.

Huzuru Kalb: Okuduğunu düşünmek. Namaz sırasında okuduğumuz duaları kalbimizin içine akarcasına düşünmektir.

Tefehhüm: Okuduğunu düşünüp anlamaktır. Namaz sırasında okuduğumuz duaların ne manaya geldiğini düşünmek, anlayarak söylemek ve söylediğimiz her ayette kalbi sevgi beslemektir.

Tazim: Saygı duyarak Rabbimizin huzurunda olduğumuzun farkında olarak namaz kılmaktır.

Heybet: Saygı ile korkmaktır. Huzurunda olduğumuz Rabbimizin ne kadar kudretli ve güçlü olduğunu bilerek önünde secde etmektir, huzurunda alçalmaktır.

Reca: Ümit ederek kıldığımız namazdan dolayı sevap beklemek, affedilme ümidinde olmak demektir.

Hayâ: Kendinden utanarak kusurlu olduğunu bilmek, affedilmeye muhtaç olduğunu bilmek, affedilme ümidi içerisinde kıldığımız namazı tam ve doğru olarak kılma çabasında olmak demektir.

Namaz kılan bir kimse; kendisini Allah(C.C.)’ın huzurunda hissetmeli ve ona uygun kıyafetler ile O(C.C.)’nun huzuruna çıkmalıdır. Namaz sırasında duyu organlarının tamamı namaza odaklanmalı ve gözler; otururken kucağa, rükûda ayak parmaklarına, kıyamda ise secde edilen yere bakmalıdır. Kulaklarda ise içten okunan dua ve ayetlerin hissiyatı olmalıdır. Bunları yapmak mümkün olsa da düşünmeden namazı eda etmek son derece zordur. Eğer metabolizma gereği düşünmemiz gerekiyorsa o vakit namazın feyzini arttırmak için gözlerimizin önüne Kâbe’yi getirmeli ve okuduğumuz ayetlerin kalbimize nakşedildiğini hissetmeliyiz. Her kelimenin kalbimize girerek oradan bir kötülüğü, bir günahı, şeytanın isini kaybettiğini ve kalbimizin nur ile dolduğunu düşünmeliyiz. Kalbimiz ile Kâbe arasında bir ip, bir bağ varmış gibi hayal etmeliyiz. Böyle yapan bir kimse hem namazının feyzini arttırır hem de mutmain bir kalbe sahip olma yolunda büyük adımlar atar.

Yine namazından haz almak isteyen kişinin namaza başlamadan evvel “La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil’azim” diyerek namaza başlaması da faydalıdır.

Namazın hûşu ile kılınması son derece önemlidir. Çünkü namaz(secde) Rabbimize en yakın olduğumuz yerdir. Resullullah(S.A.V.) namazı hûşu ile kılmaya büyük önem vermiştir. Hatta Hazret-i Âişe validemiz; “Resulullah bizimle konuşur, gülerdi. Ama namaz vakti gelince adeta bizi tanımazdı.” Buyurmuştur. Allah(C.C.) Musa(A.S.)’a vahyettiği bir ayeti kerime de şöyle buyurmuştur: “Ya Musa! Beni andığın zaman vücudun titresin, huşu ve itminan içinde bulun. Dilin beni anarken kalbin başka yerde olmasın, aciz bir kulun efendisinin huzurunda durduğu gibi dur.”

Namazı hûşu içinde kılmak bir kimseyi velilik yolunda büyük adımlar attırır. Öyle ki İslam’ın en büyük velilerinden olan Hazreti Ali(R.A.) sırtına batan hançeri “Ben namaza durunca çıkartın.” Demesi ve o namaza durduğu zaman hançerin sırtından çıkartılması meşhur bir kıssadır. Yine Eshab-ı kiram; “İnsanlar kıyamette dünyadaki namazlarında gösterdikleri huzur, sükûn ve namazdan aldıkları lezzet ölçüsünde haşr olurlar.” Buyururlardı.

Allah(C.C.) bizleri namazlarından haz alarak kalbi ibadetler eden ve cemalinin nurundan yüz çevirmeyen müminlerden eylesin inşAllah… Âmin.

20.03.2013
Engin DİNÇ

12 Mart 2013 Salı

Engin DİNÇ - Kaza namazı olan nafile namazı kılabilir mi?


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Rahman ve Rahim olan Allah(C.C.)’ın adıyla. O(C.C.)’nun adıyla başlamayan hiçbir şey ile O(C.C.) hakkında söz edilemez. O(C.C.) birdir.

“De ki: O Allah Birdir.” (İhlâs/1)

O(C.C.) bana, sana, herkese; her kim olursa olsun ona şah damarından daha yakındır.

“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf/16)

Günümüzün en büyük sorunlarından bir tanesi de kaza namazı olan bir kimsenin nafile namazı kılıp, kılamayacağıdır. Bu konuda birçok âlim zıtlaşmış olsa da ortak nokta namazların hayırlı olmasıdır. Kaza namazı dediğimiz namaz vakit namazlarının gecikmesi sonucu üzerimize borç olarak kalan namazlardır ve kılınması farz olan namazlardandır. Dolayısıyla farz ibadet dururken aynı vakti nafile ibadetle geçirmenin faydası yoktur.

Bu konular üzerine Hazreti Ali (R.A.)’den rivayetle gelen Hadis-i Şerif de şöyle buyrulmuştur: “Farz namaz borcu olanın nafile kılması, doğurmak üzere olan hamileye benzer. Doğumu yaklaşmışken, çocuğu düşürür. Artık bu kadına, hamile de, ana da denmez. Bu kimse de böyle olup, farz namazlarını ödemedikçe, nafile namazları kabul olmaz.” (Kaynak: Abdülkâdir-i Geylanî-Fütuh-ul-gayb m.48) Bu Hadis-i Şerif’i büyük âlimlerden Abdülhak-ı Dehlevî (K.S.) “Bu Hadis-i Şerif gösteriyor ki, farz borcu olanın, sünnetleri de kabul olmaz. Çünkü sünnetler de nafiledir.” Şeklinde açıklamıştır. Fakat şahsi fikrim gereği bu açıklamaya uymama taraftarıyım. Çünkü Hadis-i Şerif de açık olarak sünnetten bahsedilmemektedir. Ayrıca Hanefi mezhebi için sünnet olan ibadetler farz gibi hükümde olup, yapılmaması da günah sayılmaktadır.

Yine konu hakkında Abdülkâdir-i Geylanî (K.S.) Fütuhu’r-Gayb isimli eserinde şöyle bahsetmiştir: “Müminin, en önce farzları yapması lâzımdır. Farzlar bittikten sonra, sünnetleri yapar. Ondan sonra, diğer nafilelerle meşgul olur. Farz borcu varken, nafile ile meşgul olmak, ahmaklıktır. Farz borcu olanın sünnetleri(nafile) kabul olmaz.” Görüldüğü üzere büyük İslam âlimleri bu konu üzerinde dururken kılınması gereken namazın öncelikle farz olduğu daha sonra sünnet ve nafile ibadetlerin geldiğidir.
Konu hakkında; Alî ibni Ebî Tâlib(R.A.)’den rivayetle bildiriyor ki: “Resûlullah(S.A.V.) buyurdu ki, Üzerinde farz namazı borcu olan kimse, kazasını kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur. Bu kimse, kazasını ödemedikçe, Allah-u Teâlâ, onun nafile namazlarını kabul etmez.” Denilmiştir.

Kıyamet gününde hesaba çekilen bir Müslüman kimseye sorulacak ilk sorunun farz namazlar hususunda olacağı ve eğer farz namazları tam değil ise; “Bakınız onun nafile namazları var mı?” sorusu yöneltilecektir. Bu soru sonrasında aklımıza gelen; nafile ibadetin de farz namaz yerine geçebileceği, farz namaz eksiği olanın da nafile namaz kılabileceği anlamına geldiği düşüncesidir ki bu düşünce yanlıştır. Çünkü burada farz namazının eksik yapmış bir kimse için sorulan: “Bakınız onun nafile namazları var mı?” sorusunda kast edilen nafile namaz; farz namazı zamanında kılmayarak o vaktin dışında kılarak kaza etme namazıdır. Daha açık bir söylemle burada geçen nafile namaz aslında kaza namazının yapılıp yapılmamış olmasıdır.

MEZHEPLERE GÖRE KAZA NAMAZI

Kaza namazlarının gecikmesi açısından, kaza namazı borcu olan kimselerin nafile ve sünnet namazlara vakit ayırıp ayıramayacağı konusu, mezhepler arasında ihtilaflıdır.

Şâfiî mezhebinde, kaza borcu olan kimselerin günlük farz namazlar dışında, ister beş vaktin farzı ile birlikte kılınan sünnetler, ister terâvih, teheccüd gibi diğer sünnet ve mutlak nafileler olsun, kaza borcunu tamamlamadıkça, sünnet ve nafile kılarak kaza namazlarını geciktirmeleri haramdır. Ancak bu hükmün anlamı, diğer boş zamanları değerlendirmeyip, sadece sünnet yerine kaza kılarak borçlanı tamamlanması değil; kaza borcu olan kimselerin, sünnet kılacak kadar zaman bile kaza borçlarını geciktirmelerinin câiz olmadığıdır.

Mâlikîlere göre de, günlük farz namazlar ile sabah namazının sünneti, vitir, bayram ve tahiyyetü´l-mescid dışında sünnet veya nafile ile meşgul olarak kaza namazını geciktirenler, günah işlemiş olurlar.

Hanbelîlere göre ise, bu durumda olan kimselerin, gerek beş vakitte farzla beraber kılınan sünnetleri, gerek bunlar dışındaki diğer sünnetleri kılmaları câiz ise de, borcu çok olanların, sabah namazının sünneti müstesna; bunların yerine de kaza namazı kılmaları efdaldir. Sünnet olmayan mutlak nafile ile meşgul olmaları ise haramdır. (1)

Hanefilere gelince: Üzerinde ister az, ister çok, kaza borcu olan kimselerin, gerek farz namazlarla birlikte kılınan revâtib sünnetlerini, gerek Peygamberimizin (S.A.V.) kılınmasını tavsiye buyurduğu terâvih, teheccüd, tesbih, duhâ, tahiyyetü´1-mescid, evvâbîn gibi diğer sünnetleri kılmaları, bu yüzden kaza borçlarının ödenmesi gecikmiş olsa bile, efdal görülmektedir. Sünnet olmayan mutlak nafile namaz kılmak da haram veya mekruh olmayıp; câiz ise de bunların yerine kaza kılmak efdaldir. (2)

Hanefî mezhebinde muteber kaynak niteliği taşıyan ve bir kısmı isim, cilt ve sahife numaraları 2´inci dipnotta gösterilen fıkıh kitaplarında bu husus bu şekilde beyan olunmaktadır. Bu itibarla, kaza borcu olan kimselerin sünnet kılmalarının ahmaklık olduğu; bunların Allah katında makbul olmayıp boşa gideceği gibi sözler, Hanefî fukahasının kaynak olarak kabul ettiği muteber eserlerde yer almayan sözlerdir. Esasen, -yukarıda görüldüğü üzere; Şafiîler dışında diğer üç mezhebe göre de, kaza borcu olan kimselerin sünnet kılmaları câiz; Hanefîlere göre ise efdaldir.

Konuyu özetlemek gerekirse Hanefîlere göre; efdal yani tercih edilen ibadet şeklidir ki bu tercih sıralamasında kaza namazı yine önceliklidir. Kaza namazından sonra Peygamber efendimizin (S.A.V.) önerdiği sünnet namazlar kılınır.

KAYNAKLAR: “(1) Abdurrahman el Cezîrî, a.g.e., 1/491-492. (2) Ahmıed b. Muhammed et-Tahtâvî, a.g.e., sh. 363; ibn Abidin, Reddu´l-Muhtar, 1/493, Bulak, 1272; el-Fetâvâl-hindiye, 1/125, Bulak, 1310; Abdurrahman el-Cezîrî, a.g.e., 1/491-492; Osmanlica Tahtâvî Tercemesi, 2/143; İst. 1285; Zühdü Paşa, el-Mecmûatü´z-Zühdiye, 1/131-132, İst., 1311; Hacı Zihni Efendi a.g.e., sh. 467; Hacı Muhammed Nehif Ef., İlaveli Enisü´l-abidin, sh. 67, İst., 1327; Ahmed Davudoğlu, İbn-i Abidin Tercemesi, 3/152, Ist., 1982; Ö.N. Bilmen, Büyük İslâm İImihali, sh. 183, İst”

12.03.2013
Engin DİNÇ

19 Şubat 2013 Salı

Engin DİNÇ - Para ne işe yarar?


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Rahman ve Rahim olan Allah(C.C.)’ın adıyla. O(C.C.)’nun adıyla başlamayan hiçbir şey ile O(C.C.) hakkında söz edilemez. O(C.C.) birdir.

“De ki: O Allah Birdir.” (İhlâs/1)

O(C.C.) bana, sana, herkese; her kim olursa olsun ona şah damarından daha yakındır.

“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf/16)

Para ile ilgili hep aynı soru sorulur: Para ne işe yarar?
- Para olmadan yaşanmaz.
-Neden?
-Parasız bir şey olmaz.
-Parayla sevgi satın alabilir misin?
-Hayır!

Bu diyalogların uzayıp gitmesi kadar sıkıcı bir şey yok. Para ile her şey alınabilir fakat sevgi, aşk, kardeşlik, ilahi aşk, satın alınamaz çünkü bunların hepsi manevidir. Maddi bir şey olan para ile maneviyat satın alamazsın. Para maddi yaşantımızı devam ettirmek için üretilmiş, akıl ve sosyal ihtiyaçların birleşiminden elde edilmiş bir araçtır. Para denilen kâğıt yâda metal bir madde ile başka bir madde satın alabilirsin. Örneğin; para ile ekmek alabilirsin çünkü ikisi de maddeseldir. Para ile organ satın alabilirsin çünkü beden maddeseldir. Fakat para vererek aşk satın alamazsın. Belki yalandan bir kişiyi elindeki parayla kendine yakın tutar ve sana tahammül etmesini sağlayabilirsin. Lakin Bunun adı da aşk değil çıkar ilişkisidir. Para bittiğinde aşk da otomatik olarak sona erecektir. Yine parayla iman satın alamazsın; Rabbimiz ile bir pazarlığa oturma imkânımız var mı? Yok değil mi… O vakit her şeyi kendisine karşılık gelen ile elde etmeye çalış.

Paranın satın alamayacağı şeyleri de yani maneviyatı, yani gerçek yaşamı; yine maneviyatla elde edebilirsin. Sevgi istiyorsan sevmelisin, aşk istiyorsan âşık olmalısın. İman istiyorsan, ibadet etmelisin.

Günümüz evliliklerine baktığımız zaman artık kadın-erkek ilişkilerinde saygı, hoşgörü, sadakat, sabır yerini; güzellik, şehvet, para, eğlenceye bırakmış. Kimse “sevdiğimle sıkıntı çekmek istiyorum” demiyor. Fakat “beni mutlu etsin yeter…” Şekilde sözleri çok duyuyoruz. Evlenecek çiftlerin kurduğu hayaller; ev, araba, tatil, iki çocuk, bir ev daha, ikinci araba, tatil, tatil, tatil… Bir lokma ekmeğe tama edip de şükür isteyene rastlamadım daha... Aslında sözü dillendiren çok var fakat bir de gönlüne nazarlı baktığınızda onun bir yalandan ibaret olduğu görmek hiç de zor değil. “Sevdiğim yanımda olsun açlığa da razıyım” deniliyor ama gerçekten iki gün aç yatılsa üçüncü gün buna katlanılmıyor. Evde yiyecek olmadığı zamana “Bugün de oruç tutarız.” Diyen Resulullah(S.A.V.)’ın ümmeti, bugün evlenmek için araba, ev, mal-mülk arar oldu.

 Ahir zaman…

Sen paraya-pula tama etme. Dünyalık nimetler isteğinde bulunma ki; Allah(C.C.) sana ahretlik nimetler nasip etsin. Dünyalık isteklerin sana dünyada yaşayabilmen için verilen maddi bedenin ihtiyaçlarını giderecek kadar olsun. Allah(C.C.) için ye, Allah(C.C.) için iç ve Allah(C.C.) için evlen. Fazlasını tüketmen senin için israftır. Ve Allah(C.C.) israf edeni sevmez.

“Ey âdemoğulları, her mescit yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O(C.C.), israf edenleri sevmez.” (A’raf/31)

Bu dünyaya geliş, gönderiliş amacını unutma. Senin tek amacın Allah(C.C.) rızasına nail olarak ahrete intikal etmek ve Allah(C.C.)’ın sana layık gördüğü mükâfatı almaktır.

“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât/56)

Dünyaya neden geldiğimizi, görevimizi unutarak dünyevi nimetler peşinde kendimizi helak ediyor, nefsimize zulmediyoruz. Allah(C.C.) rızasını kazanma arzusundan dirhem kalmazken, şeytana kulluk etmeye başlıyoruz. Gün gelip ilahi adalet kürsüsü kurulduğunda ve Rabbimizle yüz yüze geldiğimizde; “Nerede seni dünyaya sultan yapan paran, nerede çevrendeki adamların, nerede evlerin ve arabaların, kaç parayla kurtulursun azaptan?” diye sorulursa ne cevap vereceğiz?
Her şeyden önce gelen bir şey vardır: Allah(C.C.) rızası…

16.02.2013
Engin DİNÇ

16 Şubat 2013 Cumartesi

Engin DİNÇ - Yaradılış


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Rahman ve Rahim olan Allah(C.C.)’ın adıyla. O(C.C.)’nun adıyla başlamayan hiçbir şey ile O(C.C.) hakkında söz edilemez. O(C.C.) birdir.

“De ki: O Allah Birdir.” (İhlâs/1)

O(C.C.) bana, sana, herkese; her kim olursa olsun ona şah damarından daha yakındır.

“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf/16)

Allah-u Zülcelâl yarattıklarına kendi kudretini göstermek istemiştir. İşte bu sebepten dolayı ruhları yarattı, daha sonra onların sınava tabii tutulacağı; dünya âlemini yarattı. O(C.C.)’nun yaratma kudreti öyle geniştir ve büyüktür ki; dünya ve ahret dışında belki de bizim aklımızın almadığı, ilahi kitaplar ve peygamberler aracılığıyla bizlere bildirilmemiş milyarlarca âlemi yaratmıştır. Bizler bunu bilgisinde olamayız.

“De ki: Rabbim bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Ve eğer beni bağışlamaz ve beni esirgemezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum.” (HUD/47)

Allah-u Teâlâ yarattığı ruhlara manevi, maddiyattan soyut bir kimlik vermiştir. Fakat sınava tabii tutmak istediği bu ruhları, maddiyat evrenine bu şekilde gönderse dahi, bu maddi âlemdeki hiçbir şeyden etkilenmeden kendisine tam bir itikat ile bağlı olacaklardı. Ruhu sınamak için gerekli olan şey ona bir maddiyat kazandırmaktı. İşte bu maddiyata “beden” adını verdi. Yarattığı ruhu, yarattığı diğer bir şey olan bedenin içerisine yerleştirdi. Lakin bu da yeterli olmayacaktı. Ruhun bedene bürünmüş olmasıyla sadece görüntüsünü maddileştirecekti ve o maddi beden manevi ruha bir engel olmayacak sadece madde âleminde yaşam sürmesini sağlayacaktı. İşte bunun için de o maddi bedene manevi engeller koyabilecek, ruhu yolundan çevirebilecek bazı engeller gerekliydi. Bunlardan bir tanesi; kendisine isyan eden şeytandı. Şeytanın da işini kolaylaştırmak için maddi bedene nefis, şehvet, kibir, gurur gibi manevi duygular ekledi. Çünkü maddiyat maddi olandan, maneviyat da manevi olandan etkilenecekti.

İşte bu andan sonra dünyevi yaşam başlayabilirdi. Fakat dünyevi yaşama başlamadan evvel yarattığı bu bedeni cennetinde küçük bir sınava tabii tuttu. Âdem ve Havva’ya bir meyveye yasak koyduğunu ve ondan yememelerini söyledi. İşte yarattığı şaheser olan beden, maneviyat karşısında ilk sınavını verirken yenilgi ile ayrıldı. Çünkü nefis ve şeytanın akıllıca oyunlarıyla o meyveyi yediler ve bu durum da onların dünyaya gönderilmelerine neden oldu.

İlk insan dünyaya maneviyattan, maddiyata gönderilerek Âdem adını aldı. Âdem; Âdemi kelimesinden gelmektedir ve “yok olmuş” manasına gelmektedir. Allah(C.C.) kendisinin emrine uymayarak, nefsine itaat eden ruha bir bedene bürümüş ve maddiyat âlemine göndermiştir. Bunu yapmasının amacı da o kendisine itaat etmeyen kuluna bir hak daha tanımaktır. Kim ki dünyevi sınavından geçerek, Allah(C.C.)’ın rızasına nail olursa, maneviyat; yani gerçek âlemde, yani ahrette mükâfatlandırılacaktır.

Ey âdemoğlu!

Hiçlik mertebesinin en üstünde madden bir Hiç olan fakat nefsine yenik düşerek, kendini maddiyat âleminin sultanı ilan eden kişi!

Kaybolmuş, kovulmuş bir âlemde sınava tabii tutulmakta ve bu sınavdan ve sınavın kolaylıklarından dahi farkında olmadan sınav süreni doldurmaktasın. Allah(C.C.) merhametlilerin en merhametlisidir.

“Kim kötülük işler veya nefsine zulmedip sonra Allah(C.C.)’tan bağışlanma dilerse Allah(C.C.)’ı bağışlayıcı ve merhamet edici olarak bulur.” (Nisa/110)

O(C.C.) seni sınava tabii tutarken bu sınav sırasında kitap açmana izin vermiştir. Sınavı geçmeni sağlayacak, seni iki dünyanın da sultanı yapacak, Rabbinin affına mazhar edecek ve sana Allah(C.C.)’ın rızasını kazandıracak olan tek kitap; Kelam-ı Kadim olan Kur’an-ı Kerim’dir. Allah(C.C.)’ın kelamı olan emirlerini, yasaklarını ve mubahlarını bizlere bildirdiği bu mübarek kitabı her an elimizde tutmalı, her daim içindekileri okumalı, her an Kur’an-ı Kerim ve onun hükümleriyle yaşamalıyız. Unutma ki; sınavın ne zaman biteceğini sadece Allah(C.C.) bilir.

“…Allah(C.C.) yaptıklarınızı görendir.” (Bakara/265)

“Hangi biriniz ister ki, altından ırmaklar akan hurmalardan, üzümlerden bir bahçesi olsun, içinde kendisinin olan bütün ürünler de bulunsun; fakat kendisine ihtiyarlık gelip çatsın, üstelik zayıf ve küçük çocukları olsun böyle bir durumda iken ona bahçesine ateşli bir kasırga isabet etsin de yanıversin. İşte Allah(C.C.) ayetleri size böyle açıklar ki düşünesiniz.” (Bakara/266)

16.02.2013
Engin DİNÇ

5 Şubat 2013 Salı

Engin DİNÇ - Tehzib-i Ahlâk


Allah(C.C.) kaynaklı her ilahi dinin olduğu gibi dinimiz İslam’ın da var oluş amacı toplumlar arasında ahlâkı sağlamaktır. Bu konu hakkında peygamber efendimiz H.Z. Muhammed(S.A.V.) şöyle buyurmuştur: “Ben, ancak mekâkim-i ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”

Ahlâk kelimesi Hulk kelimesinin çoğuludur. Hulk, insanın ruhundaki, “Huy” dediğimiz bir meleke, özel bir hal demektir. Her insanın bir huyu vardır, huylar iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Aslında bu iyi ahlâk ve kötü ahlâk olarak da bahsedilebilir. Örneğin; Edep, tevazu, kerem, hoşgörü birer iyi ahlâkken, kibir, cimrilik, edepsizlik, sefahat, gıybet, yalan da birer kötü ahlâka örnektir. Güzel ahlâka: “Ahlâk-ı Hasene, Ahlâk-ı Hamide, Mehasin-i Ahlâk, Mekâkim-i Ahlâk” da denir. Güzel olmayan ahlâka da: “Ahlâk-ı Kabiha, Ahlâk-ı Zemîme, Mesavi-i Ahlâk, Rezail-i Ahlâk da denir.

Ahlâk aslında bir ilimdir ve bu ilme ahlâk ilmi denilmektedir. Ahlâk ilmi iki ayrılır. Bunlar Nazarî Ahlâk ve Amelî Ahlâk’tır. Nazarî Ahlâk: “Ahlâk esaslarına ve kanunlarına ait görüşleri ve fikirleri gösterir.” Amelî Ahlâk ise: “Ahlâk ile ilgili görevlerin nelerden ibaret olduğunu gösterir.” İnsanların tam bir Ahlâk sahibi kul olabilmesi için bu iki ahlâka da ihtiyacı vardır. Ahlâkın nasıl bir kanuna sahip olduğunu bilmek gerekirken bu kanun ve kurallarla da amel içinde olmak gerekir. Böylesine kurallar çerçevesinde amel eden kişiler toplumda ve Allah(C.C.) nazarında ahlâklı olarak adlandırılmaktadır.

İman eden kişinin iyi bir ahlâka sahip olması gerekmektedir. Ahlâk diğer bir deyişle huy insanların var oluşlarından geliyor gibi görünen katı kurallar bütünü gibi görünse de değişebilmektedir. Bu sebepten toplumumuzda sıkça kullanılan: “Can çıkmadan, huy çıkmaz.” Sözü çok da doğru bir söz değildir. Her şey gibi huyda değişebilen bir şeydir. İyi yöne oldukça, kötü yöne doğru da değişebilir ki; biz tarihimize baktığımızda birçok âlimin son nefesini imansız olarak verdiğini görmüşüzdür. Bu huyun değişebilir olduğunun en büyük kanıtıdır. Ayrıca huy değişemez olsaydı; Allah(C.C.) Şeytan’a insanları yoldan çıkartmaya çalışması için izin görev ve izin vermezdi. Huylar değişmiyor olsaydı imanlı ve kâmil olan kişiler her daim öyle kalır ve öyle ölür, imansızlar ve dinsizler de dinsiz olarak ölürdü. Bu da bizim dünyaya asıl geliş amacımız olan hayat sınavının hiç olmadığını göstergesi olurdu. Oysa bizler hayata sınav için gönderildik ve bu sınavda kimi insanlar huylarını iyi yönde değiştirerek kurtuluşa erecek, kimileri de huylarını kötü yönde değiştirerek helak olacaktır. Kelam-ı Kadim olan kitabımız Kur’an-ı Kerimde de anlatıldığı gibi helak olan kavimlerin birçoğu ahlâksızlık sebebiyle helak olmuşlardır.

Mukaddes dinimiz İslam için ahlâkın önüme çok büyüktür. Peygamber efendimiz H.Z. Muhammed(S.A.V.) efendimiz hadis-i şerifinde bu önemi şöyle açıklamıştır: “Sizin imanca en güzeliniz, ahlâkça en güzel olanınızdır.” Yine başka bir hadis-i şerif de şöyle buyurmuştur: “Allah-u Teâlâ’ya kullarının en sevgilisi, ahlâkça en güzel olanıdır.” Peygamberimiz H.Z. Muhammed(S.A.V.) dualarında her daim ahlâklı bir kişi olmayı dilemiş ve şöyle dua etmiştir: “Allah(C.C.)’ım! Ben, sende sağlık, afiyet ve güzel ahlâk dilerim.”

İslam dini üzerine yaşamak, İslami kurallar ile yaşayarak amel etmek aslında ahlâklı olmanın ta kendisidir. Allah(C.C.) Kelam-ı Kadim olan Kur’an-ı Kerim de H.Z. Muhammed(S.A.V.) efendimize şöyle buyurmuştur: “Rabbinin lütfüyle, deli değilsin. Hem senin ecrin, mükâfatın hiç kesilmez. Ve sen pek yüksek bir ahlâk üzeresin.” (Kalem/ 2,3,4) Bu ayeti kerime de Allah(C.C.) peygamber efendimizin yaşantısını, sünnetini ve Kur’an-ı Kerim’de ki emirlerine uymanın tam bir ahlâklı davranış olacağını bildirmiştir.
Ahlâk değişen, çirkinleşme ve güzelleşme özelliğine sahip olan bir şeydir. Ahlâkı değiştirmek mümkündür. Çirkin huyları güzel huylara çevirmeye: Tehzib-i Ahlâk” denilmektedir. Bizler de kendimizi sorguya çekmeli, kötü huylarımızın neler olduğunu bilmeli ve bu huylarımızdan en kısa zamanda tövbe ederek kurtulmalı. Kötü ahlâkımızı, güzel ve Allah(C.C.)’ın rızasına layık olacak ahlâk haline getirmeliyiz.

Büyük Yunan filozof Heraklitos’un dediği gibi: “Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.”
“Kötü huylar mağlup edildikte, iyi huylar galip ve daim olurlar.” (E. DİNÇ)

05.02.2013
Engin DİNÇ

1 Şubat 2013 Cuma

Engin DİNÇ - Âlimlerin nazarında mertebeler


Âlimlerin nazarında mertebeler:

En alt derece olarak da anılan Mümin kişi: Normal bir kişi olarak tanımlanır iman ettiğini söyleyenlerin en büyük çoğunluğunu oluşturur. Oruç, Namaz ve Zekâtta tam anlamıyla ibadet gösteremezler. Sürekli isteme vardır. Dua ederler ve beşeri isteklerde bulunurlar. Onların nazarında yaşam vazgeçilmezdir. Ölümden çok korkarlar. Bilgi ve ilimleri ya hiç yoktur ya da çok azdır. Biraz ilmi olan da ilmiyle amel etmeyebilir.

Âlimler: Bu kimseler diğer müminlere göre daha sadıktırlar. Ayrıca ilim, fıkıh, Hadis, Kur’anı Kerim öğrenerek diğer insanları da etkilemek ve hak yola döndürmek amacındadırlar. İstekleri odur ki; tüm insanlar hak yola dönsün ve Allah(C.C.)’ın rızası için amel etsinler. Bu kişilerin en büyük özelliği de: yaptıkları söylediklerinden azdır.

Arifler: En büyük özellikleri hiç bir şey dilemezler. Dünyevi lezzetlerden zevk almazlar. Bu kişiler az konuşur çok amel ederler. Amelleri söylediklerinden fazladır. Öğretme, insanları etkileme, çevre edinme derdinde değillerdir. Tek dertleri kendileridir. Sürekli kendileriyle savaşırlar. Onlar için dünya sadece iman edebilmek için vardır. Allah(C.C.) istemezse hiç bir şeyin sahibi olamayacağını bilirler ve dilleriyle dua ederek bir şey istemezler. Ne gelirse kabullenirler. İyi ve güzel olana şükür, kötü ve zor olana da sabır ederler ve tam bir samimiyet ile kabullenirler, şikâyetçi olmazlar.

Evliyalar, Veliler: Allah(C.C.) dost olanlar, peygamberin altında olan kimseler olarak da adlandırılırlar. Onlar için her şey Allah(C.C.) içindir. Ölüm, yokluk, fakirlik, acizlik, düşkünlük gibi korkuları yoktur. Dört büyük melekle dostturlar. Ölüm meleği gelip canını almak istediğinde bu kimselere sadece ricada bulunur. Dünyadan hiç bir şeye bakmazlar. Dünyadan ne kadar az yararlanırım diye bakarlar. Sürekli ibadetle zaman geçirirler. Mal, mülk, evlilik, eş çocuk, kariyer, şan, şöhret gibi dertleri yoktur. Onlar için Allah(C.C.) sevsin yeterlidir. O kimseler bir yere girdiğinde etrafa bir huzur yayılır, insanlar ona karşı sebepsiz tebessüm ederler hatta o kimseden ters bir davranış görseler bile kızamazlar. O kimseler de Allah(C.C.)'ın kızacağı şeyler hariç insanlara karşı kötü davranmazlar. Allah(C.C.) razı olmayacağına onlarda razı olmazlar. Kokuları hoştur insanları rahatsız etmez. Yüzleri parlak ve nurludur. Sesleri hafif, teveccühlü ve hafif tebessümlüdür. Karşısındakinin yaşı ister yedi olsun, ister yetmiş olsun her zaman aynı teveccüh ile yaklaşırlar. Yardıma ihtiyaç duyana yardım ederler. İnsanları hak yola çevirmek istediklerinde onlara vaaz, sohbet vermezler. Kendi amelleriyle göstererek öğretir ve imrendirirler. İbadetleri çok yoğun ve uzundur. Çoğu zaman Allah(C.C.)’ın izniyle uhrevi vasıflar kazanırlar. Bunlara örnek olarak; dileklerinin hemen kabul olması, bir kişiye baktığında karakteri hakkında bilgi sahibi olması, kalplerden geçenleri bilmeleri, bir kimsenin niyetini sezmeleri verilebilir.

Bu mertebeler dışında Nakşibendî tarikatının büyüklerinden olan Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbabi’nin de eseri Mektubat da anlattığı mertebeler de vardır. Bu mertebelere ulaşmak için öncelikle samimiyet gerekir. Allah(C.C.) bizlere samimiyet nasip eder inşAllah…

01.02.2013
Engin DİNÇ

13 Ocak 2013 Pazar

Engin DİNÇ - Hiç unutmam bir kere mutlu olmuştum


Hiç unutmam bir kere mutlu olmuştum…

Bir kış günüydü; O yemeğe ekmek bulamadığımız dönemlerden bir tanesindeydi. Sokak da 500.000 TL bulmuştum. Milyarlar değerinde değil, o kadar zengin olmadım birden ama iki yumurta, bir ekmek alabilmiştik evimize; o gün çok mutlu olmuştum.

Hiç unutmam bir kere mutlu olmuştum…

Karton toplamak için her sabah ezanla sokaklara çıkardım. İnsanların iğrenerek baktıkları o çöpçü çocuklardan bir tanesiydim o zamanlar… Yine kurcalarken başkalarının artıklarını bir oyuncak bulmuştum. İlk oyuncağımdı… O gün çok mutlu olmuştum.

Hiç unutmam bir kere mutlu olmuştum…

Hiç arkadaşım olmamıştı benim, kimse arkadaş olmak istemezdi bir çöpçü çocukla… Bir sokak dibinde aç kalmış, sahipsiz bir yavru kedi buldum. İlk dostum, ilk arkadaşım, ilk sırdaşımdı. Beni seven bir dostum olmuştu: O gün çok mutlu olmuştum…

Hiç unutmam bir kere mutlu olmuştum…

Bir gecenin yarısındaydım yine… Bir poğaça almıştım elime köşede çöp yığını vardı ve içinde bir kadın bir küçük kız… O küçük sevimli kıza elimdeki poğaçaları verdiğimde bana bakıp da gülen ilk kızdı, ilk kez birisini mutlu edebilmiştim. O gün çok mutlu olmuştum…

Hiç unutamayacağım çünkü mutluyum…

Şuan öylesine mutluyum ki; bu gerçekleri hiç saklamayacak kadar geniş yüreğim. Evet, ben bir zamanla bir çöpçü çocuktum. Sokaklarda yatardım, çöp kurcalardım, insanlar iğrenerek bakardı. Ama hiçbir zaman harama tamah etmediğimi fark ettim. Şuan ki bir mutluluğumu hiç birine değişemiyorum. Çok mutluyum!

“Hiç unutmam bir kere mutlu olmuştum…” Sözünün sahibi Soner ARSLANER’e sevgilerimle…

17 Kasım 2012 Cumartesi

Engin DİNÇ - Unutkanlık ve Önlemleri


Gündelik yaşantımızda en çok karşılaştığımız sorunlardan bir tanesi de unutkanlıktır. Gündelik yaşamın stresi, iş yoğunluğu, ekonomik ve ailevi sorunlarda unutkanlığı tetikleyen etkenlerdir.

Neleri unuturuz?

Her şeyi unutabiliriz. Bir eşyayı koyduğumuz yeri, yakın arkadaşımızın adını, yapmamız gereken işleri, hatta birçok kişi “Eve gittiğimde internetten unutkanlığın önlemlerini öğreneyim.” Diyerek eve geldiğinde yapacağını unutmuş ve daha sonra hatırlayarak bu sayfaya ulaşmıştır.

Neden unutuyoruz?

Unutkanlık ileriki yaşlarda yani 40-50 yaşları üzerindeki kişilerde Alzheimer denilen hastalığın başlangıç aşaması olarak düşünülebilir. Eğer yaşınız daha genç ve unutuyorsanız fakat unuttuğunuz şeyleri birkaç dakika sonra hatırlayabiliyorsanız çok da sorun yok demektir. Ama hiç yok anlamına gelmez. Psikiyatri uzmanı Dr. Hakan Atalay; genç yaşlarda, yani 40-50’li yaşlardan önce kalıcı ve günlük hayatı etkileyen unutkanlıklar yaşanıyorsa; beraberinde keyifsizlik, moralsizlik, konsantrasyon eksikliği, işten kaçınma hali gibi diğer belirtiler varsa, organik bir şey olma ihtimalinin çok daha düşük olduğunu, kişinin depresyonda olabileceğini belirtiyor.

Depresyon Unutkanlaştırabilir

Yaşanılan ani bir olay, trafik kazası, ani üzüntü hali de kişilerde unutkanlığa neden olabilir. Bunun asıl nedeni beynin bir savunma mekanizması geliştirerek yaşadığı olayın zihindeki etkisini azaltarak olayı unutma çabasına girmesidir. Zihin bu savunma mekanizmasını harekete geçirdiği zaman yaşanmış kötü olayın yanı sıra gündelik yaşantıdaki anlarda unutulabilir. Bu sebepten kişi kendisini her zaman depresif olaylara hazırlıklı tutmalı ve olduğunca bu olaylardan uzak durmalıdır.

Travma Sonucu Unutkanlık

Herhangi bir kaza veya hastalık sonucu da unutkanlık olabilir. Bu durumlarda profesyonel yardımlar almak gereklidir. Unutkanlığa neden olan olayın detayına kadar öğrenilmeli ve bu şekilde önlemlerle kişi rehabilite edilmelidir.

Ruhsal Nedenlerden Kaynaklanan Unutkanlık

Gündelik yaşantımızda ailevi sorunlar, birlikte olduğumuz kişilerle aramızdaki bağlar da unutkanlığa neden olan ve dikkat dağınıklığına neden olan etkenlerdendir. İki sevgili arasındaki sorunlar da kişilere unutkanlık olarak dönebilir. Bu durumlarda kişilerin öfkeden uzak durarak yaşanan olayı büyütmeden kısa ve tez çözüm yollarına gitmesi gerekmektedir.

Uykusuzluk Sonucu Unutkanlık

Sağlıklı bir kişinin ortalama 8 saatini uyku ile geçirmesi gerekmektedir. Düzenli ve tam zamanında bir uyku gerekir. Uykusuzluk hakkında Dr. Atalay, “Örneğin uykusuzluk bile konsantrasyon bozukluğu yapabilir ve bu da unutkanlığa yol açar. Kalıcı olursa ve günlük hayatı etkilerse müdahale etmek gerekir” diyor.

Hafızayı Güçlendirme Yolları

Nöroloji uzmanı Prof. Dr. Canan Aykut Bingöl ve Dr. Ender Saraç; hafızayı güçlendirmek ve unutkanlığı önlemek için sağlıklı beslenme ve bol su içme, düzenli uyku ve spor, bulmaca çözme, kitap okuma ve müzik dinlemeyi önermektedirler. Zihni açık ve canlı tutmak için her sabah düzenli spor yapmak, düzenli uyku ve kitap okumak yeterlidir. Sağlıklı beslenmenin ve bol su içmek de vücut dengesinin ayarlanmasını sağlayarak unutkanlığın önüne geçecektir. Psikolojiyi rahat tutmak da unutkanlığın önüne geçecektir. Bunun için önerim sözsüz; klasik müzik veya ney dinlemek, karakteri yansıtan kitaplar okumak, asitli ve kafeinli içeceklerden uzak durmak, kahvaltıyı düzenli olarak yapmak ve meyve suyu tüketmektir.

“Unutma ki; hayatta kendinden daha değerli bir şey yoktur.” (E. DİNÇ)

17/11/2012
Engin DİNÇ

11 Kasım 2012 Pazar

Engin DNÇ - Ev alma komşu al


Ey acizler acizi, ey zavallıların en zavallısı; İnsan! Bir amel işleyip de mükâfatını beklemek ne büyük hatadır…
Bizler namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekât veriyoruz. Fakat bunları yapmamızın amacı emirleri yerine getirmek ve Allah(C.C.)’ın rızasını kazanmak olmuyor çoğu zaman… Çünkü eğer böyle olsaydı bizlerde itikat sağlam olurdu, kaya gibi...

Türbanla başını kapatıp da dar elbiseler giyen kadın, Ramazan ayını oruçlu geçirip de bayramın ilk günü kerhaneye zinaya giden adam… İşte ben bu kişilerden söz ediyorum, bu kişiler biziz; bizim içimizdeler, varlar…

Peşinci aciz insan bir ibadeti bile yerine getirdiğinde hemen karşılık bekliyor, hemen duaları kabul olsun istiyor, hem de hep faniyet dolu o duaları… El açıp da “Allah(C.C.)’ım bana ev ver, araba ver, sağlık-sıhhat ver, eş ver, koca ver…” demeyen kaçımız var?

İşte bizler ne kadar da dünya kokuyoruz…

Oysa itikat sahibi bir Müslüman ellerini açıp dua ettiğinde; “Rabbim sen bana hayırlı olan neyse onu ver. Muhakkak ki ben nasibimden fazlasına sahip değilim, sahip olamam.” Demelidir. Dünyalık ya da ahretlik bir istekte bulunmak Allah(C.C.)’a dost olmayı isteyen birisi için uygun değildir. O Allah(C.C.) dostunun tek dileği vardır ki o Allah(C.C)’ın rızasını kazanmaktır.

Allah(C.C.) dostları; Sıddıklar. Asla dünyalık ve ahretlik dilekte bulunmazlar. Onlar için dünya bir “Hiç”tir. Cennet onlar için bir harabe, Cehennemse kül yığınından ibarettir. Ne Cennet’e girmek için çırpınır ne de Cehennem korkusu güderler. Onların tek istekleri Allah(C.C.)’ın rızasını alarak ahrete intikal ettiklerinde sadece O(C.C.)’nun cemaline mazhar olmaktır.

Bu konu hakkında Abdülkadir Geylânî şöyle buyuruyor: “Ev alma, komşu al.”

Günümüzde bir ev sahibi olmak isteyen kişinin önce mahallede kimler yaşıyor baksın diye söylenilen bu söz asıl anlamını kaybettirilmiş. Oysa Abdülkadir Geylânî el Fethu’r Rabbânî adlı eserinde yer alan sohbetlerinde bu sözü kullanarak bizlere şöyle öğütler veriyor: “Bir amel işleyip karşılığını istersen mükâfatın yaratılmış ve geçici şey olur. Sırf Allah(C.C.) rızası için işlediğin amellerin karşılığı ise O(C.C.)’na yakın olman ve cemalini seyretmendir. Öyleyse sen, hiçbir amelin için bir karşılık bekleme. Dünya, ahret ve Allah(C.C.)’ın dışındaki bütün şeyler O(C.C.)’nun yanında nedir ki? Sen nimeti değil, nimet vereni iste. Ev alma, komşu al. Her şeyden önce var olan, her şeyi var kılan ve her şeyden sonra var olacak olan O(C.C.)’dur.”

11.11.2012
Engin DİNÇ

7 Kasım 2012 Çarşamba

Engin DİNÇ - Lâşey


O(C.C.) vardır diyemeyiz, aynı zamanda O(C.C.) yoktur da diyemeyiz. Çünkü her şey zıttı ile bilinir. O(C.C.) yok olmaz ki var olsun, var olmadı ki yok olsun. İnsan bu dünyada bir varlığa sahip olduğu için yok olma özelliğine de sahiptir. Hatta bu âlem de var olmuştur ve var olma özelliğine sahip olduğu içindir yok olma özelliğine de sahiptir. Fakat Allah(C.C.) bu özelliklerin her birinden münezzehtir. O(C.C.) bir bedene, fiziğe, kan ve irine sahip değildir, böyle bir fiziğe sahip olmadığı içindir ki yok olmaz. Oysa insan başta olmak üzere tüm âlem bir fiziğe sahiptir. İnsan, hayvan, ağaç, kaya, su v.s. her bir maddenin bir fizyolojisi vardır. Fakat Allah(C.C.) böyle bir fiziğin ötesindedir. O(C.C.) böyle bir fizikten münezzehtir. Böyle bir fiziğe kıyasla O’nun fiziği bu âlemde yoktur.

Öyle ki; yaşadığımız hayat bir lâşeydir. Yani bir Hiç’tir. Çünkü asıl olan âlemin yani ahretin ya da Rabbul âlemin var olduğu ve hayatta olduğu o âlemin bir gölgesidir. Tıpkı öyle ki akşam yolda yürürken arkanızdan vuran ışık yere sizin benzeriniz bir gölgeyi yansıtır. O gölge nasıl cansız, tensiz olmasına rağmen hareket halindedir. İşte yaşadığımız âlemde gerçek âlemin bir yansımasıdır; cansız, manasız ve asıl yaşamdan uzaktır fakat hareketli...

Allah(C.C.) insanı yaratıp Cennet’e koyduktan sonra bir sınava tabi tutmuş ve insanoğlu bu sınavdan başarısızlıkla çıkmıştır. Bunun üzerine yaşadığımız âlemi yaratmış ve insanı bu âleme göndermiştir ki bu bir nevi cezadır. Keza Hakk’ın yanında bir yaşam sürebilecekken sınavdan başarısız olmuş bu âleme gönderilmiştir. Öyle ki Allah(C.C.) ilk yarattığı insana Âdem ismini vermiştir. Ademî; olmayan, yokluk demektir. İşte Allah(C.C.) insana nasıl bir hiç olduğunu bildirmek için ona Âdem yani olmayan, yok olmuş olan adını vermiştir. Ahretten, Cennetten dünyaya göndererek bir yokun içine atmıştır vefasız insanı... O'na âdem demiş, yok ettiğini bildirmiştir. İnsan ölüp, ahrete kavuştuğunda var olacaktır. Yaşadığımızı sandığımız bu dünya da bir lâşeydir(Hiç), tıpkı bizler gibi.

Allah(C.C.) aklımızın sınırları içerisine sıkıştırılamayacak kadar geniş, büyük, affedici ve kudret sahibidir. Tek bir hücremizi dahi kendimiz kontrol altında tutamazken O(C.C.) âlemdeki her şeyin yönetimini elinde tutar.
O(C.C) âlimdir. Düşünün ki her yarattığı insan farklı bir DNA yapısına sahiptir. Hiçbir insan birbirine benzemez, aynısı yaratılmamıştır. Dünya üzerinde yaşayan insan sayısının 7.000.000.000 olduğunu varsayarsak tam 7.000.000.000 bilinmeyenli denklemi kurma özelliği sadece âlemleri, cinleri ve bizleri yaratarak ruhundan ruh üfleyen Allah(C.C.)’a aittir.

Yarattığı âlemde hiçbir şey O’nun tarifini yapamaz. Kimse müsaadesini almadıkça O’nu hayal edemez. Öyle ki aklımızda bir fiziğe yerleştirmeye çalıştığımız, kimi insanların varlığına inanmadığı, hatta kimilerinin küfür bile ettiği Rab’imiz izin vermese bunların hiç biri yapılamaz.

O(C.C.) münezzehtir. Tüm hayal ve sınırlardan münezzehtir.

07/11/2012
Engin DİNÇ